Sahra yazdı:Bu konudan sıkıldığınızı tahmin edebiliyorum, ben de öyle
Ama konu ile ilgili rastladığım şeyleri eklemek istiyorum.
“Gerek küçük, gerek büyük tuvaletinizi yaparken kıbleye dönmeyin.” Hanbel 3/12
“Peygamberimiz bir takım insanlar küçük ve büyük tuvaletleri için kıbleye dönmeyi hoş karşılamadıklarından, bu bidatı (hurafeyi) kaldırmak için tuvaletini kıbleye doğru yaptırdı.” Buhari 4/11
İkisi de Kur'an'a ters bir şey söylemiyor. Bu durumda hangisine inanacaksınız? Canınızın istediğine mi?
Sahra hanm, hadi bişeyde ben ekliim , akıl sahibi olan okusun ve benimle tartışsın;
Kur’an, vahiy ve Allah kelamı olduğuna göre ‘vahiy’ kelimesinin anlamını bilmek gerekir. Kur’an’a göre ‘vahiy’ Allah’ın, doğrudan ve aracısız bir şekilde herhangi bir peygamberle konuşması demektir. Bundan dolayıdır ki vahye ‘Allah kelamı’ adı verilmektedir. Bilmen gerekir ki Allah’ın ‘kelam’ı, peygamberin ‘anlama’sından ayrı değildir ve peygamberin ‘ruhu’ ile birleşikti.
Peygamberler dışındaki insanlara ise Allah kelamı, dolaylı olarak, kelime ve yazı aracılığı ile ulaşır. Öyleyse, “İnsanlar ancak Allah’ın kitabı ile iletişime geçebilir ve alakadar olabilirler, O’nun kelamı ile değil.” demek yanlış olmaz.Arifler, “Allah’ın kelamı, O’nun kitabından başka bir şeydir.” sözü ile kimi hermenötik bilginlerinin söz ile metin arasında var olduğunu düşündükleri farkı kastetmemektedir. Allah’ın kelamı, mürekkeb değil basittir, tedrici değil ânîdir, zaman boyutu yoktur ve ‘emr âlemi’ndendir. Oysa ‘ilahî metin’ ya da ‘ilahî kitab’ ise daha aşağı mertebede maddî, mürekkeb ve tedricî olarak sadır ve nazil olur. Dolayısıyla Kur’an ilahî kelam değil ilahî kitaptır.
Bu farkı dile getirmekle birlikte , nihayetinde kitap ve kelamın birliğini kabul etmekte ve bu ikiliğin zahirî, farazî ve zihnî bir tahlil olduğunu, gerçekte var olmadığını söylemektedir. Nitekim insanın da sözü ve yazısı arasında bir fark yoktur.
Arifler, söz ve metin (yazı) arasındaki birlik veya ayrılığı şöyle izah eder: Yazı ile yazar ve sözü söyleyen arasındaki ilişki yönüyle bakıldığında söz, söyleyenden ve yazardan ayrı değildir. Buna felsefede vucûb denir. Başka bir açıdan mesela kâğıt, kitap ve okuyucu açısından bakıldığında ise söz, yazardan ayrıdır. Buna da felsefede imkân denir. Bu ilişki biçimi, hem Allah hem de insan için geçerlidir. Söz ve yazı birliği, ikiliğin kendisinde tezahür eder.
Vahiy karmaşık ve madde dışı bir olgudur. Kur’an haline gelip insanların karşısına çıkıncaya kadar pek çok aşamadan geçer. Peygamber [s], insan ve kâinatın özüne yöneldiğinde, ruhu ve kalbi ile madde ötesine geçer, oradan da hayal ve misal âlemini geçip maddeden arınır. Böylece zaman, maddîyat ve üç boyutluluktan uzaklaşıp Allah’ın ayetlerini ve melekutunu müşahede edince, kalbinde bir mârifet nuru parıldamaya başlar ki, dinler onu Ruhu’l-Kuds ya da Cebrail olarak isimlendirirler. Necm sûresinin 2 ila 18. ayetleri ondan bahseder ve onu çok güçlü manasına gelen şedîdu’l-kuvva olarak nitelendirir. Felsefede ise ona faâl akıl adı verilmektedir.
Peygamber, Cebrail ya da Ruhu’l-Kuds ile görüştüğünde (filozofların ifadesi ile faal akıl ile ittihad ettiğinde), maddî kulak ve hava dalgalarının aracılığı olmadan kelam-ı ilahiyi ya da vahyi işitir ve alır. Daha sonra aynı yolu takip ederek misal âlemine oradan da maddî âleme geri döner. Peygamberin işittiği kelimeler misal âleminde farklı, maddî âlemde farklı şekilde yani her merhaleye uygun biçimde tezahür eder. Peygamber maddî âleme ve evrene döndüğünde vahiy ve manevî kelimeler, beşerî lafızlara ve yazılara dönüşerek insan kulağına ve gözüne hitap eder hale gelir.
Necm sûresinde geçtiği vechiyle Hz. Peygamber’in [s] manevî gözü ve kulağı ile müşahede ettiği ve işittiği ilahî kelam, mahza hakikattir. Şüphe, hata ve vehmin ona bulaşma imkânı yoktur.
Kur’an’ın Mertebeleri;
İlahî kelam ve yazı olan Kur’an da, kâinat, insan ve vahiy gibi sadece görülen ya da işitilen bir olgu değildir. Kâinat, insan ve vahyin oluşum sürecindeki üçlü mertebe gibi Kur’an’ın da mertebeleri vardır. Yine, insanın bedeni ve ruhu var olduğu gibi Kur’an’ın da lafız, kâğıt ve cildin dışında bir de ruhu vardır. Hadiste sözü edilen “Kur’an’ın batnı” ifadesi ile kastedilenin de bu olduğu söylenebilir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in [s] şöyle söylediği rivayet edilir: “Kur’an’ın batınları vardır”.
Kur’an’ın zâhirini, insanın zahiri ve bedeni şeklinde anlamak mümkündür. Kur’an’ın bâtını ise beşerî hissin ötesi manasına gelen insanın bâtını olarak anlaşılabilir. Lafızlarının sathi ve zâhirî anlamından ibaret olan Kur’an’ın zâhiri, hukuk ve fıkıh alanında hüccettir. Ancak Ku’ran’da öyle ifadeler vardır ki, her Arapça bilen onları anlayamaz. Zahirin ve lafızların sınırının ötesine geçebilen kimseler ancak onları anlayabilir.
kâinatın maddî, manevî ve manevî ötesi şeklinde üç mertebesi vardır. Kur’an ise bu üç mertebenin manâ ve ilim alanındaki tezahürüdür. Birinci mertebesi, lafız mertebesidir ki, Arapçayı bilen herkes bunu anlar. Fakat diğer mertebeleri gizlidir ve bâtındır, ancak diğer varlık mertebelerinde olanlar tarafından anlaşılabilir.
Kur’an kendisini nur olarak nitelendirdiği gibi bi de onu nur olarak nitelendiriyoruz. Nur, gizli hakikatleri açığa çıkaran demektir.