gönderen bayekurt » 15 Nis 2015 17:17
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Yukarıda meallerini sunduğumuz ayetler, bundan önceki ayetler grubundan tamamen kopuk ve bağlantısız değildir. Dolayısıyla bundan önceki ayetler grubu için söylediklerimiz, bu ayetler grubu için de geçerlidir. Şöyle ki: Burada güdülen hedef, Ehl-i Kitabın ve müşriklerin durumlarını gözler önüne sermek ve buna dayalı olarak onlara çeşitli eleştiriler yöneltmektir. Eğer "kâfirler" ifadesi Ehl-i Kitabı da kapsıyorsa, bu demektir ki söz konusu ayetler, Ehl-i Kitap ve müşriklerle dostluk kurmayı ve ruhsal kaynaşmayı yasaklamaktadır. Şayet maksat sadece müşriklerse, bu demektir ki ayetler, müşrikleri hedef alarak mü'min kimseleri onlardan uzaklaşmaya, Allah'ın hizbine (grubuna) bağlanmaya, Allah'ı sevmeye ve O'nun elçisine itaat etmeye davet ediyor.
"Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesinler." Ayette geçen "evliya" kelimesi, "velayet" mastarından gelen "veli" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime, özü itibariyle, bir şeyin yönetim işini üstlenme yetkisine sahip olmak demektir. Dolayısıyla küçük çocuğun, delinin veya sefih insanın velisi, onların işlerini ve mallarını yönetip-yönlendirme yetkisine sahip kimse demektir. Dolayısıyla mallar onlarındır, ancak mal üzerinde tasarruf yetkisi velilerine aittir. Sonra bu kelime, gittikçe artan bir oranda sevgi bağlamında kullanılır oldu. Bunun nedeni de sevişen iki kişinin genellikle birbirlerinin işlerini yönlendirir, yönetir ve tasarrufta bulunur olmasıdır. Karşılıklı sevgi, insanı sevilene yaklaştırır, onun üzerinde etkili olmasını sağlar, diğer duygusal hususlarda belirgin bir etkinliğe kavuşmasına imkân verir. Sevgi, sevenin sevgilisinin hayatında etkin bir rol oynamasını, hayatını yönlendirmesini sağlar.
Dolayısıyla kâfirleri veliler (dostlar) edinmek, ruhsal açıdan onlarla kaynaşmayı gerektirir. Bunun sonucunda onlara gönülden yaklaşmak, ahlâki açıdan ve hayatın diğer meselelerinde onlardan, onların davranış biçimlerinden etkilenmek durumu kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. Ayetin içerdiği yasaklamanın: "mü'minleri bırakıp" ifadesiyle sınırlandırılmış olması da bunu gösterir. Bu ifade, onlara yönelik sevginin mü'minlere yönelik sevgiye ağır basabileceğine işaret etmektedir. Böyle bir pozisyonda, hayatın dizginleri, mü'minlerin yerine onlara teslim edilir. Bu ise, kâfirlere güvenip dayanmak, onlarla birleşmek ve mü'minlere arkasını dönüp ayrılmak demektir.
Kur'an ayetlerinde kâfirlerin, Yahudi ve Hıristiyanların dost edinmesinin yasaklığı sık sık vurgulanmıştır. Ancak bu yasaktan söz edildiği her ifade, yasaklanan dostluğun türünü de açıklayıcı ifadeler içermektedir. Dolayısıyla onlardan hareketle ne tür bir dostluğun, nasıl bir velayetin yasaklandığını anlamak mümkündür. Tıpkı tefsirini sunduğumuz ayette: "Mü'minler... kâfirleri dostlar edinmesinler." ifadesinden sonra: "mü'minleri bırakıp…" ifadesinin yer almış olması gibi. Yine "Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin." (Mâide, 51) ayetindeki bu ifadeden sonra: "Onlar birbirlerinin dostudurlar." ifadesinin yer almış olmasını ve: "Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin." (Mümtehi-ne, 1) ayetindeki bu ifadenin ardından: "Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan… sizi sakındırmaz." (Mümtehine, 6) ifadesine yer verilmiş olmasını örnek gösterebiliriz.
Buna göre: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesinler." ayetindeki bu nitelemeler, hükmün sebebine ve illetine delalet etmeleri için esas alınmışlardır. Şöyle ki: Küfür ve iman nitelikleri, gerçi birbirinden uzak ve farklıdırlar, ancak, zorunlu olarak bu nitelikleri üzerlerinde taşıyan kimseleri, bilgi, ahlâk, Allah'a süluk etme tarzı ve diğer hayat meselelerinde farklı yaklaşımlar içinde olmaya yöneltir. Bu yüzden, bu niteliklerden birini üzerinde taşıyan kimse, dostluk bağlamında öteki niteliği üzerinde taşıyan kimseyle bağ kuramaz. Çünkü dostluk; birleşmeyi ve kaynaşmayı gerektirir. Küfür ve iman nitelikleri ise ayrılığı, farklılığı gerektirir. Dolayısıyla, mü'minle-rin dışındaki kimselerle kurulan dostluk güçlendikçe, bu durum imanî özelliklerin ve sonuçların, buna bağlı olarak da imanın temelinin bo-zulmasına, ifsada uğramasına yol açar. Ayetin sonundaki şu değerlen-dirme cümlesinin yer alması da bu yüzdendir: "Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur." Ardından şu cümleye yer verilmiştir: "Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınanız başka." Böylece "takiyye" bu genel hükmün dışında tutulmuştur. Çünkü "ta-kiyye", görünürde dost olmaktır, gerçekte değil.
"Mü'minleri bırakıp... ifadesinin orijinalinde geçen "dûne" edatı, zarf işlevini görüyor gibidir. Dolayısıyla aşağılık ve eksiklik anlamlarıyla karışık bir "yanında" anlamını ifade etmektedir. Şu halde karşımıza çıkan anlam şudur: "Mü'minlerin bulunduğu yerden aşağı bir yerden başlayarak…" Çünkü mü'minler en yüksek konumda olurlar.
Anlaşıldığı kadarıyla "dûne" edatı, asıl mana itibariyle bu anlamı içermekte ve aşağıda olmanın özelliğiyle birlikte, aşağıdalığı da ifade etmektedir. Dolayısıyla: "Dûneke Zeydun" ifadesi "Zeyd senin bulunduğun yerden daha aşağı olan bir yerdedir. Bulunduğu yerin derecesi senin bulunduğun yerin derecesinden daha alttadır." anlamında kullanılır. Daha sonra bu edat "başka" anlamında kullanılır olmuştur: "…Allah'tan başka iki ilâh..." (Mâide, 116) "Bundan başkasını, dilediği kimse için bağışlar." (Nisâ, 48) Yâni, bundan başkasını veya bundan daha aşağı ve daha basit olanını... Sonra "Dûneke Zeyden" "Zeyd'den hiç ayrılma" ifadesinde olduğu gibi isim olduğu halde fiil anlamında kullanılmıştır. Bu yaklaşımların tümünü, uyarlama ve örtüşme kapsamında algılamak gerekir, yoksa lafzi ortaklık bu anlamlardan herhangi birini belirleyici değildir.
"Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur." Yâni kim, mü'minleri bırakıp da onları dost edinirse… Eyle-min isminin yerine genel bir lafzın kullanılmış olması, konuşmacının bu olaya karşı duyduğu son noktasına varmış nefreti vurgulamaya dönüktür. Öyle ki, ondan söz ederken bile, çirkin bir şeyi kinayeli olarak anlatıyormuş gibi, genel bir ifade kullanıyor. Bu tür kullanımların dildeki örnekleri çoktur. Yine bundan dolayı: "Mü'minlerden kim böyle yaparsa" denilmemiştir. Bununla da bu tür bir çirkinliğin mü'minlere nispet edilmesinin yakışmadığı, onların bu tür şeylerden uzak olduğu vurgulanmak istenmiştir.
"Allah'tan" ifadesinin orijinalindeki "min" edatı, ibtida, başlangıç içindir ve bu gibi yerlerde "gruplaşma" anlamını ifade eder. Yâni: "Hiç bir şeyde Allah'ın grubundan değildir." Şu ayette olduğu gibi: "Kim Allah'ı, Resulünü ve iman edenleri dost edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdırlar." (Mâide, 56) Yine Hz. İbrahim'in dilinden şu ifadeler aktarılır: "Kim bana uyarsa, artık o bendendir." (İbrahim, 36) Yâni "benim grubumdandır." Her neyse, burada şöyle bir anlam elde ediyoruz (Allah doğrusunu daha iyi bilir): "İçinde bulunduğu tavır ve gösterdiği etkinlik bakımından Allah'ın grubundan değildir."
"Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınmanız başka." Ayetin orijinalinde geçen ve "tetteku=sakınma" kelimesinin mastarı olan "ittika", aslında korkudan dolayı sakınma anlamını ifade eder. Daha sonra bizzat korku anlamında kullanıldığı da görülmüştür. Bu, mü-sebbebin sebep yerine kullanmasına bir örnektir. Takiyye de burada bu anlamda kullanılmış olabilir.
İfadedeki istisna münkatidir, bütünden kopukur. Çünkü kalbî bir sevgi ve dostluk beslemeksizin görünüşte dostluğun belirtilerini sergilemek suretiyle korkudan başkasına yaklaşmak hiçbir şekilde dostluk olarak değerlendirilemez. Çünkü korku ve sevgi, birbirinden tamamen ayrı ve kalpteki etkileri birbirine zıt iki olgudur. Bunların bir arada bulunması mümkün müdür? Şu halde, ayette korkudan dolayı sakınmanın genel hükmün dışında tutulması, münkati (kopuk) istisnaya örnek oluşturur.
Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) rivayet edildiğine göre, bu ayette, "takiyye" yapmaya yönelik bir izin vardır. Ammar, Yasir ve Sümeyye kıssası ile ilgili olarak inen ayet de bu tür bir izin içermektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kim imamından sonra Allah'a karşı inkâra sapıp da -kalbi, imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır." (Nahl, 106)
Kısacası, kitap ve sünnet, genel anlamda takiyyenin caiz olduğunu ortaya koymaktadır. Akıl da bu noktada nasların içerdiği bu hükmü desteklemektedir. Çünkü dinin ve dini koyan zâtın, hakkın üstünlük sağlamasından ve yaşamasından başka bir arzusu olamaz. Kimi zaman takiyye yapmak, din düşmanlarıyla ve hakkın muhalifleriyle hoş geçinmek, dinin çıkarlarının ve hakkın yaşamasının korunmasına yardımcı olabilir ki, tersi bir davranış bu yararları sağlamayabilir. Bunu inkâr etmek büyüklenmekten, işi yokuşa sürmekten başka bir şey değildir. Açıklama bölümünün ardından yeralan rivayetler bölümünde, konuya ilişkin yeterli bilgi sunacağız. Yine: "Kim, imanından sonra Allah'a karşı inkâra sapıp da -kalbi, imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa…" (Nahl, 106) ayetini tefsir ederken de bu konuda detaylı açıklamalarda bulunacağız.
"Allah, sizi kendisinden sakındırır. Dönüş yalnız Allah'adır." Ayetin orijinalinde geçen ve mastarı "tahzir" olan "yuhezziru" kelimesi, "hazr" kökünün "tef'il" kipine uyarlanmış şeklidir ve korkutucu bir şeyden sakınmayı ifade eder. Yüce Allah, kullarını azabından sakındırmıştır: "Şüphesiz, senin Rabbinin azabı korkunçtur." (İsrâ, 57) Yine Resulünü münafıklardan ve kâfirlerin dinden döndürme amaçlı propoganda ve baskılarından sakındırmıştır: "Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan sakın." (Münafikun, 4) "Seni şaşırtmamaları için onlardan sakın." (Mâide, 49)
Yine yüce Allah, mü'minleri kendisinden de sakındırmıştır. Nitekim tefsirini sunduğumuz bu ayette ve sonrasında yeralan iki ayette, yanlızca kendisinden korkulacağına, dolayısıyla bu konuda O'na isyan etmekten kaçınmanın zorunluluğuna işaret etmektedir. Yâni, bu suçu işleyen kimseyle Rabbi arasında, Allah'tan başka korkulması gereken bir şey yoktur ki, suçlu kendisini onunla koruma altına alsın veya ona sığınıp güvencede olsun. Tam tersine, Allah'a karşı hiç kimsenin koruyuculuğu etkili olmaz. Yine suçlu insan ile yüce Allah arasında, bir dostun veya şefaatçinin herhangi bir kötülüğü berteraf etmesi beklentisini haklı çıkaracak bir ilişki tarzı da söz konusu değildir. Dolayısıyla bu ifade, oldukça sert bir tehdit içermektedir. Aynı yerde iki kere tekrarlanmış olması da tehditin şiddetine şiddet katmakta ve ileride işaret edeceğimiz gibi şu iki değerlendirme cümlesi de tehditi pekiştirmektedir: "Dönüş yalnız Allah'adır." ve "Allah, kullarına çok şefkatlidir."
Başka bir açıdan konuya yaklaşacak olursak: Bu ayetin ve mü'-minlerden başkasını dost edinmeyi yasaklayan öteki ayetlerin satır aralarından, böyle bir davranışın insanı kulluk kisvesinden çıkardığı, Allah'ın velayetini, yönetici-yönlendiriciliğini reddetmeyi ifade ettiğini ve dini ifsat ettiği için de insanı Allah düşmanlarının safına soktuğunu algılıyoruz. Kısacası böyle bir davranış, taşkınlık ve dinî düzeni bozmak demektir. Bu ise kâfirlerin küfründen ve müşriklerin şirkinden daha fazla zarar vermektedir dine. Çünkü kendisi açıkta olan ve açıkça düşmanlığını ortaya koyan kimselere karşı, savunma stratejilerini geliştirmek kolaydır. Onlardan rahatlıkla sakınılabilir. Ancak bir dost, bir arkadaş, düşmanlarla yakın ilişki kurduğunda, onların ahlâklarını ve hayat sistemlerini yavaş yavaş kanıksayıp özümsediğinde, kesinlikle kendisini ve dostlarını farkında olmadıkları bir yönden ölümcül bir tehlikeyle burun buruna getirmiş olur. Bu ise, yaşama, varlığını sürdürme ve kalıcı olma imkânı bulunmayan bir helaket demektir.
Diğer bir ifadeyle, mü'minleri bir yana bırakıp, kâfirleri dost edinmek azgınlıktır. Allah'a isyan eden tağutun yaptığı da budur. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Rabbinin Âd kavmine ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi. Ve vadilerde kayaları oyup biçen Semud'a? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece oralarda fesadı yaygınlaştırmışlardı. Bundan dolayı, Rabbin, onların üzerine bir azap kamçısı çarpıverdi. Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir." (Fecr, 6-14)
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, tuğyan ve azgınlık, bu niteliğe sahip insanı öyle bir yola ve gidiş tarzına yöneltir ki, gidip yalnızca yüce Allah'ın bulunduğu bir gözetleme yeriyle burun buruna gelir ve neticede Allah ona öyle muthiş azap kamçısını indirir ki, kimsenin bunu engellemeye gücü yetmez.
Bu anlatılanlardan şu husus açıklığa kavuşuyor: Yüce Allah'ın: "Allah, sizi kendisinden sakındırır." ifadesinde, yönelttiği tehdit ve şiddetli sakındırma, konumun Allah'ın dininin egemenliğine son vermek ve dini ifsat etmekle ilintili olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu söylediklerimizi şu ayetten de algılamak mümkündür: "Öyleyse emrolunduğun gibi doğru ol; seninle beraber tövbe edenlerle de (doğru olsunlar), ve azıtmayın. Çünkü O, yaptıklarınızı görendir. Sakın zulmedenlere dayanmayın. Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz." (Hûd, 112-113) Peygamber Efendimizin (s.a.a) bu ayet hakkında: "Saçlarımı ağarttı." dediği rivayet edilir. Bu iki ayet üzerinde iyice durup düşünenler, kâfirler arasındaki zalimlere dayanıp, eğilim göstermenin tuğyan ve azgınlık olarak değerlendirildiğini göreceklerdir. Bunun kaçınılmaz sonucu da ateşe duçar olmaktır ki, buna karşı yardım edecek kimse de bulunmaz. Bu, belirttiğimiz korunması ve berteraf edilmesi mümkün olmayan ilahi intikamdır.
Buradan hareketle şunu da anlıyoruz: Hiç kuşkusuz: "Allah, sizi kendisinden sakındırır." ifadesi sözkonusu tehditin kaçınılmaz bir şekilde gerçekleşecek olan bir azaba ilişkin olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü sakındırmanın yüce Allah'ın kendisiyle ilintili olarak gündeme getirilmiş olması, hiç kimsenin bu azabı önleyemeyeceğini, yüce Allah'a karşı kimsenin koruyuculuk yapamayacağını gösterir. Nitekim yüce Allah, daha önce de bazı toplulukları azapla tehdit etmişti. Dolayısıyla bu azabın da kesin olarak gerçekleşmesinde hiçbir kuşku kalmaz. Hûd suresindeki ilgili ayette yeralan: "Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz." ifadesi de benzeri durumlara yönelik bir işarettir.
"Dönüş yalnız Allah'adır." ifadesi, Allah'tan kaçıp kurtulmanın, O'nu azaptan alıkoyacak bir gücün bulunmadığını anlatmaktadır. Dolayısıyla önceki tehditi pekiştirici bir nitelik taşımaktadır.
"Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesinler…" diye başlayan ayet ve onu takib eden diğer ayetler, Kur'an'ın vermiş olduğu gaybî haberler içerisinde yer almaktadır. Mâide suresinin tefsirini sunarken, inşallah Kur'an'ın bu olağanüstü ifade tarzı hakkında ayrıntılı bilgi vereceğiz.
"De ki: Sinelerinizde olanı gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir." ayeti, "İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onunla sorguya çeker." (Bakara, 284) ayetine benziyor. Ancak söylendiği gibi "sorguya çekme"den çok "bilme" olgusu gizlilikle ilintili olduğu için, ayette "açığa vurma" durumundan önce "gizleme" durumuna işaret edilmiştir. Bakara suresindeki ayette ise, tam tersi bir durum sözkonusudur. Yâni, "sorguya çekme" olgusu, açığa vurulanla ilintili olduğundan, "gizleme" durumundan önce "açığa vurma" durumu zikredilmiştir.
Yüce Allah bu ayette, Resulüne bu gerçeği -yâni kendi nefislerinde gizledikleri veya açığa vurdukları şeyleri yüce Allah tarafından bilindiği gerçeğini- tebliğ etmesini emrediyor ve önceki ayette olduğu gibi, doğrudan kendisi bu gerçeği direkt ifade etmiyor. Bunun, kendisine tavsiye edilenlere uymayacağı sezilen kişiye doğrudan hitap etmeye tenezzül etmemekten başka bir nedeni yoktur. Nitekim: "Kim böyle yaparsa…" ifadesiyle ilgili olarak da böyle bir duruma işaret etmiştik.
"Göklerde olanı da, yerde olanı da bilir. Allah herşeye güç yetirendir." ifadesi daha önce hakkında açıklamada bulunduğumuz Bakara suresindeki ilgili ayete (ayet 284) benzemektedir.
"Her bir nefsin, hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu ve her ne kötülük işlediyse onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını istediği o günü…" Ayetlerin akışı arasındaki bütünlükten, bu ayetin Peygamberimize (s.a.a) yönelik emri içeren önceki ayetin bütünleyicisi, tamamlayıcısı olarak yer aldığı anlaşılmaktadır. İfadede zarf olarak geçen "yevme=gün" takdir edilmiş bir ifadeyle ilintilidir. Yâni: "O günü hatırla ki…" ya da: "Allah bilir" ifadesiyle ilintilidir. Doğrusu kıyamet gününde bizlerin göreceği sahneleri, yüce Allah'ın bilgisiyle ilintilendirmenin hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü: "yevme=o gün" bizim için açığa çıkması bağlamında yüce Allah'ın bilmesi için bir "zarf" işlevini görür, O'nun tarafından gerçekleştirilmiş olması bağlamında değil. Bu, O'nun egemenliğinin, kudretinin ve gücünün, o gün açığa çıkmasına benzer. Nitekim yüce Allah, konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "O gün, ortaya çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Bir olan, Kahhar olan Allah'ındır." (Mü'minun, 16) "Bugün Allah'tan başka koruyucu yoktur." (Hûd, 43) "O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın olduğunu… bir bilselerdi." (Bakara, 165) "O gün emir yanlızca Allah'ındır." (İnfitar, 19)
Hiç kuşkusuz, egemenlik, kudret, güç ve emir her zaman -kıya-metten önce de, sonra da- Allah'ındır. Özellikle kıyamet günüyle ilintili olarak bu olgulara işaret edilmiş olması, bunların kıyamet günü bizim için açığa çıkacak olmalarından dolayıdır. Artık bunları, biz canlılar hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak nitelikte gözlemleyeceğiz.
Bundan dolayı "zarf"ın yüce Allah'ın "Allah bilir." sözüyle ilinti-lendirilmiş olması, yüce Allah'ın,