18. sayfa (Toplam 22 sayfa)
Re: tasavvuf: ne yolu
Gönderilme zamanı:
15 Nis 2015 17:14
gönderen bayekurt
"28- Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesinler. Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınmanız başka. Allah, sizi kendisinden sakındırır. Dönüş yalnız Allah'adır.
29- De ki: "Sinelerinizde olanı gizleseniz de, açığa vursanız da Allah bilir; göklerde olanı da, yerde olanı da bilir. Allah, her şeye güç yetirendir."
30- Her bir nefsin, hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu ve her ne kötülük işlediyse, onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını istediği o günü (hatırlayın). Allah, sizi kendisinden sakındırır. Allah, kullarına çok şefkatlidir.
31- De ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir."
32- De ki: "Allah'a ve Resulüne itaat edin." Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez."
Re: tasavvuf: ne yolu
Gönderilme zamanı:
15 Nis 2015 17:17
gönderen bayekurt
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Yukarıda meallerini sunduğumuz ayetler, bundan önceki ayetler grubundan tamamen kopuk ve bağlantısız değildir. Dolayısıyla bundan önceki ayetler grubu için söylediklerimiz, bu ayetler grubu için de geçerlidir. Şöyle ki: Burada güdülen hedef, Ehl-i Kitabın ve müşriklerin durumlarını gözler önüne sermek ve buna dayalı olarak onlara çeşitli eleştiriler yöneltmektir. Eğer "kâfirler" ifadesi Ehl-i Kitabı da kapsıyorsa, bu demektir ki söz konusu ayetler, Ehl-i Kitap ve müşriklerle dostluk kurmayı ve ruhsal kaynaşmayı yasaklamaktadır. Şayet maksat sadece müşriklerse, bu demektir ki ayetler, müşrikleri hedef alarak mü'min kimseleri onlardan uzaklaşmaya, Allah'ın hizbine (grubuna) bağlanmaya, Allah'ı sevmeye ve O'nun elçisine itaat etmeye davet ediyor.
"Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesinler." Ayette geçen "evliya" kelimesi, "velayet" mastarından gelen "veli" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime, özü itibariyle, bir şeyin yönetim işini üstlenme yetkisine sahip olmak demektir. Dolayısıyla küçük çocuğun, delinin veya sefih insanın velisi, onların işlerini ve mallarını yönetip-yönlendirme yetkisine sahip kimse demektir. Dolayısıyla mallar onlarındır, ancak mal üzerinde tasarruf yetkisi velilerine aittir. Sonra bu kelime, gittikçe artan bir oranda sevgi bağlamında kullanılır oldu. Bunun nedeni de sevişen iki kişinin genellikle birbirlerinin işlerini yönlendirir, yönetir ve tasarrufta bulunur olmasıdır. Karşılıklı sevgi, insanı sevilene yaklaştırır, onun üzerinde etkili olmasını sağlar, diğer duygusal hususlarda belirgin bir etkinliğe kavuşmasına imkân verir. Sevgi, sevenin sevgilisinin hayatında etkin bir rol oynamasını, hayatını yönlendirmesini sağlar.
Dolayısıyla kâfirleri veliler (dostlar) edinmek, ruhsal açıdan onlarla kaynaşmayı gerektirir. Bunun sonucunda onlara gönülden yaklaşmak, ahlâki açıdan ve hayatın diğer meselelerinde onlardan, onların davranış biçimlerinden etkilenmek durumu kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. Ayetin içerdiği yasaklamanın: "mü'minleri bırakıp" ifadesiyle sınırlandırılmış olması da bunu gösterir. Bu ifade, onlara yönelik sevginin mü'minlere yönelik sevgiye ağır basabileceğine işaret etmektedir. Böyle bir pozisyonda, hayatın dizginleri, mü'minlerin yerine onlara teslim edilir. Bu ise, kâfirlere güvenip dayanmak, onlarla birleşmek ve mü'minlere arkasını dönüp ayrılmak demektir.
Kur'an ayetlerinde kâfirlerin, Yahudi ve Hıristiyanların dost edinmesinin yasaklığı sık sık vurgulanmıştır. Ancak bu yasaktan söz edildiği her ifade, yasaklanan dostluğun türünü de açıklayıcı ifadeler içermektedir. Dolayısıyla onlardan hareketle ne tür bir dostluğun, nasıl bir velayetin yasaklandığını anlamak mümkündür. Tıpkı tefsirini sunduğumuz ayette: "Mü'minler... kâfirleri dostlar edinmesinler." ifadesinden sonra: "mü'minleri bırakıp…" ifadesinin yer almış olması gibi. Yine "Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin." (Mâide, 51) ayetindeki bu ifadeden sonra: "Onlar birbirlerinin dostudurlar." ifadesinin yer almış olmasını ve: "Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin." (Mümtehi-ne, 1) ayetindeki bu ifadenin ardından: "Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan… sizi sakındırmaz." (Mümtehine, 6) ifadesine yer verilmiş olmasını örnek gösterebiliriz.
Buna göre: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesinler." ayetindeki bu nitelemeler, hükmün sebebine ve illetine delalet etmeleri için esas alınmışlardır. Şöyle ki: Küfür ve iman nitelikleri, gerçi birbirinden uzak ve farklıdırlar, ancak, zorunlu olarak bu nitelikleri üzerlerinde taşıyan kimseleri, bilgi, ahlâk, Allah'a süluk etme tarzı ve diğer hayat meselelerinde farklı yaklaşımlar içinde olmaya yöneltir. Bu yüzden, bu niteliklerden birini üzerinde taşıyan kimse, dostluk bağlamında öteki niteliği üzerinde taşıyan kimseyle bağ kuramaz. Çünkü dostluk; birleşmeyi ve kaynaşmayı gerektirir. Küfür ve iman nitelikleri ise ayrılığı, farklılığı gerektirir. Dolayısıyla, mü'minle-rin dışındaki kimselerle kurulan dostluk güçlendikçe, bu durum imanî özelliklerin ve sonuçların, buna bağlı olarak da imanın temelinin bo-zulmasına, ifsada uğramasına yol açar. Ayetin sonundaki şu değerlen-dirme cümlesinin yer alması da bu yüzdendir: "Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur." Ardından şu cümleye yer verilmiştir: "Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınanız başka." Böylece "takiyye" bu genel hükmün dışında tutulmuştur. Çünkü "ta-kiyye", görünürde dost olmaktır, gerçekte değil.
"Mü'minleri bırakıp... ifadesinin orijinalinde geçen "dûne" edatı, zarf işlevini görüyor gibidir. Dolayısıyla aşağılık ve eksiklik anlamlarıyla karışık bir "yanında" anlamını ifade etmektedir. Şu halde karşımıza çıkan anlam şudur: "Mü'minlerin bulunduğu yerden aşağı bir yerden başlayarak…" Çünkü mü'minler en yüksek konumda olurlar.
Anlaşıldığı kadarıyla "dûne" edatı, asıl mana itibariyle bu anlamı içermekte ve aşağıda olmanın özelliğiyle birlikte, aşağıdalığı da ifade etmektedir. Dolayısıyla: "Dûneke Zeydun" ifadesi "Zeyd senin bulunduğun yerden daha aşağı olan bir yerdedir. Bulunduğu yerin derecesi senin bulunduğun yerin derecesinden daha alttadır." anlamında kullanılır. Daha sonra bu edat "başka" anlamında kullanılır olmuştur: "…Allah'tan başka iki ilâh..." (Mâide, 116) "Bundan başkasını, dilediği kimse için bağışlar." (Nisâ, 48) Yâni, bundan başkasını veya bundan daha aşağı ve daha basit olanını... Sonra "Dûneke Zeyden" "Zeyd'den hiç ayrılma" ifadesinde olduğu gibi isim olduğu halde fiil anlamında kullanılmıştır. Bu yaklaşımların tümünü, uyarlama ve örtüşme kapsamında algılamak gerekir, yoksa lafzi ortaklık bu anlamlardan herhangi birini belirleyici değildir.
"Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur." Yâni kim, mü'minleri bırakıp da onları dost edinirse… Eyle-min isminin yerine genel bir lafzın kullanılmış olması, konuşmacının bu olaya karşı duyduğu son noktasına varmış nefreti vurgulamaya dönüktür. Öyle ki, ondan söz ederken bile, çirkin bir şeyi kinayeli olarak anlatıyormuş gibi, genel bir ifade kullanıyor. Bu tür kullanımların dildeki örnekleri çoktur. Yine bundan dolayı: "Mü'minlerden kim böyle yaparsa" denilmemiştir. Bununla da bu tür bir çirkinliğin mü'minlere nispet edilmesinin yakışmadığı, onların bu tür şeylerden uzak olduğu vurgulanmak istenmiştir.
"Allah'tan" ifadesinin orijinalindeki "min" edatı, ibtida, başlangıç içindir ve bu gibi yerlerde "gruplaşma" anlamını ifade eder. Yâni: "Hiç bir şeyde Allah'ın grubundan değildir." Şu ayette olduğu gibi: "Kim Allah'ı, Resulünü ve iman edenleri dost edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdırlar." (Mâide, 56) Yine Hz. İbrahim'in dilinden şu ifadeler aktarılır: "Kim bana uyarsa, artık o bendendir." (İbrahim, 36) Yâni "benim grubumdandır." Her neyse, burada şöyle bir anlam elde ediyoruz (Allah doğrusunu daha iyi bilir): "İçinde bulunduğu tavır ve gösterdiği etkinlik bakımından Allah'ın grubundan değildir."
"Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınmanız başka." Ayetin orijinalinde geçen ve "tetteku=sakınma" kelimesinin mastarı olan "ittika", aslında korkudan dolayı sakınma anlamını ifade eder. Daha sonra bizzat korku anlamında kullanıldığı da görülmüştür. Bu, mü-sebbebin sebep yerine kullanmasına bir örnektir. Takiyye de burada bu anlamda kullanılmış olabilir.
İfadedeki istisna münkatidir, bütünden kopukur. Çünkü kalbî bir sevgi ve dostluk beslemeksizin görünüşte dostluğun belirtilerini sergilemek suretiyle korkudan başkasına yaklaşmak hiçbir şekilde dostluk olarak değerlendirilemez. Çünkü korku ve sevgi, birbirinden tamamen ayrı ve kalpteki etkileri birbirine zıt iki olgudur. Bunların bir arada bulunması mümkün müdür? Şu halde, ayette korkudan dolayı sakınmanın genel hükmün dışında tutulması, münkati (kopuk) istisnaya örnek oluşturur.
Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) rivayet edildiğine göre, bu ayette, "takiyye" yapmaya yönelik bir izin vardır. Ammar, Yasir ve Sümeyye kıssası ile ilgili olarak inen ayet de bu tür bir izin içermektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kim imamından sonra Allah'a karşı inkâra sapıp da -kalbi, imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır." (Nahl, 106)
Kısacası, kitap ve sünnet, genel anlamda takiyyenin caiz olduğunu ortaya koymaktadır. Akıl da bu noktada nasların içerdiği bu hükmü desteklemektedir. Çünkü dinin ve dini koyan zâtın, hakkın üstünlük sağlamasından ve yaşamasından başka bir arzusu olamaz. Kimi zaman takiyye yapmak, din düşmanlarıyla ve hakkın muhalifleriyle hoş geçinmek, dinin çıkarlarının ve hakkın yaşamasının korunmasına yardımcı olabilir ki, tersi bir davranış bu yararları sağlamayabilir. Bunu inkâr etmek büyüklenmekten, işi yokuşa sürmekten başka bir şey değildir. Açıklama bölümünün ardından yeralan rivayetler bölümünde, konuya ilişkin yeterli bilgi sunacağız. Yine: "Kim, imanından sonra Allah'a karşı inkâra sapıp da -kalbi, imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa…" (Nahl, 106) ayetini tefsir ederken de bu konuda detaylı açıklamalarda bulunacağız.
"Allah, sizi kendisinden sakındırır. Dönüş yalnız Allah'adır." Ayetin orijinalinde geçen ve mastarı "tahzir" olan "yuhezziru" kelimesi, "hazr" kökünün "tef'il" kipine uyarlanmış şeklidir ve korkutucu bir şeyden sakınmayı ifade eder. Yüce Allah, kullarını azabından sakındırmıştır: "Şüphesiz, senin Rabbinin azabı korkunçtur." (İsrâ, 57) Yine Resulünü münafıklardan ve kâfirlerin dinden döndürme amaçlı propoganda ve baskılarından sakındırmıştır: "Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan sakın." (Münafikun, 4) "Seni şaşırtmamaları için onlardan sakın." (Mâide, 49)
Yine yüce Allah, mü'minleri kendisinden de sakındırmıştır. Nitekim tefsirini sunduğumuz bu ayette ve sonrasında yeralan iki ayette, yanlızca kendisinden korkulacağına, dolayısıyla bu konuda O'na isyan etmekten kaçınmanın zorunluluğuna işaret etmektedir. Yâni, bu suçu işleyen kimseyle Rabbi arasında, Allah'tan başka korkulması gereken bir şey yoktur ki, suçlu kendisini onunla koruma altına alsın veya ona sığınıp güvencede olsun. Tam tersine, Allah'a karşı hiç kimsenin koruyuculuğu etkili olmaz. Yine suçlu insan ile yüce Allah arasında, bir dostun veya şefaatçinin herhangi bir kötülüğü berteraf etmesi beklentisini haklı çıkaracak bir ilişki tarzı da söz konusu değildir. Dolayısıyla bu ifade, oldukça sert bir tehdit içermektedir. Aynı yerde iki kere tekrarlanmış olması da tehditin şiddetine şiddet katmakta ve ileride işaret edeceğimiz gibi şu iki değerlendirme cümlesi de tehditi pekiştirmektedir: "Dönüş yalnız Allah'adır." ve "Allah, kullarına çok şefkatlidir."
Başka bir açıdan konuya yaklaşacak olursak: Bu ayetin ve mü'-minlerden başkasını dost edinmeyi yasaklayan öteki ayetlerin satır aralarından, böyle bir davranışın insanı kulluk kisvesinden çıkardığı, Allah'ın velayetini, yönetici-yönlendiriciliğini reddetmeyi ifade ettiğini ve dini ifsat ettiği için de insanı Allah düşmanlarının safına soktuğunu algılıyoruz. Kısacası böyle bir davranış, taşkınlık ve dinî düzeni bozmak demektir. Bu ise kâfirlerin küfründen ve müşriklerin şirkinden daha fazla zarar vermektedir dine. Çünkü kendisi açıkta olan ve açıkça düşmanlığını ortaya koyan kimselere karşı, savunma stratejilerini geliştirmek kolaydır. Onlardan rahatlıkla sakınılabilir. Ancak bir dost, bir arkadaş, düşmanlarla yakın ilişki kurduğunda, onların ahlâklarını ve hayat sistemlerini yavaş yavaş kanıksayıp özümsediğinde, kesinlikle kendisini ve dostlarını farkında olmadıkları bir yönden ölümcül bir tehlikeyle burun buruna getirmiş olur. Bu ise, yaşama, varlığını sürdürme ve kalıcı olma imkânı bulunmayan bir helaket demektir.
Diğer bir ifadeyle, mü'minleri bir yana bırakıp, kâfirleri dost edinmek azgınlıktır. Allah'a isyan eden tağutun yaptığı da budur. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Rabbinin Âd kavmine ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi. Ve vadilerde kayaları oyup biçen Semud'a? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece oralarda fesadı yaygınlaştırmışlardı. Bundan dolayı, Rabbin, onların üzerine bir azap kamçısı çarpıverdi. Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir." (Fecr, 6-14)
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, tuğyan ve azgınlık, bu niteliğe sahip insanı öyle bir yola ve gidiş tarzına yöneltir ki, gidip yalnızca yüce Allah'ın bulunduğu bir gözetleme yeriyle burun buruna gelir ve neticede Allah ona öyle muthiş azap kamçısını indirir ki, kimsenin bunu engellemeye gücü yetmez.
Bu anlatılanlardan şu husus açıklığa kavuşuyor: Yüce Allah'ın: "Allah, sizi kendisinden sakındırır." ifadesinde, yönelttiği tehdit ve şiddetli sakındırma, konumun Allah'ın dininin egemenliğine son vermek ve dini ifsat etmekle ilintili olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu söylediklerimizi şu ayetten de algılamak mümkündür: "Öyleyse emrolunduğun gibi doğru ol; seninle beraber tövbe edenlerle de (doğru olsunlar), ve azıtmayın. Çünkü O, yaptıklarınızı görendir. Sakın zulmedenlere dayanmayın. Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz." (Hûd, 112-113) Peygamber Efendimizin (s.a.a) bu ayet hakkında: "Saçlarımı ağarttı." dediği rivayet edilir. Bu iki ayet üzerinde iyice durup düşünenler, kâfirler arasındaki zalimlere dayanıp, eğilim göstermenin tuğyan ve azgınlık olarak değerlendirildiğini göreceklerdir. Bunun kaçınılmaz sonucu da ateşe duçar olmaktır ki, buna karşı yardım edecek kimse de bulunmaz. Bu, belirttiğimiz korunması ve berteraf edilmesi mümkün olmayan ilahi intikamdır.
Buradan hareketle şunu da anlıyoruz: Hiç kuşkusuz: "Allah, sizi kendisinden sakındırır." ifadesi sözkonusu tehditin kaçınılmaz bir şekilde gerçekleşecek olan bir azaba ilişkin olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü sakındırmanın yüce Allah'ın kendisiyle ilintili olarak gündeme getirilmiş olması, hiç kimsenin bu azabı önleyemeyeceğini, yüce Allah'a karşı kimsenin koruyuculuk yapamayacağını gösterir. Nitekim yüce Allah, daha önce de bazı toplulukları azapla tehdit etmişti. Dolayısıyla bu azabın da kesin olarak gerçekleşmesinde hiçbir kuşku kalmaz. Hûd suresindeki ilgili ayette yeralan: "Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz." ifadesi de benzeri durumlara yönelik bir işarettir.
"Dönüş yalnız Allah'adır." ifadesi, Allah'tan kaçıp kurtulmanın, O'nu azaptan alıkoyacak bir gücün bulunmadığını anlatmaktadır. Dolayısıyla önceki tehditi pekiştirici bir nitelik taşımaktadır.
"Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesinler…" diye başlayan ayet ve onu takib eden diğer ayetler, Kur'an'ın vermiş olduğu gaybî haberler içerisinde yer almaktadır. Mâide suresinin tefsirini sunarken, inşallah Kur'an'ın bu olağanüstü ifade tarzı hakkında ayrıntılı bilgi vereceğiz.
"De ki: Sinelerinizde olanı gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir." ayeti, "İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onunla sorguya çeker." (Bakara, 284) ayetine benziyor. Ancak söylendiği gibi "sorguya çekme"den çok "bilme" olgusu gizlilikle ilintili olduğu için, ayette "açığa vurma" durumundan önce "gizleme" durumuna işaret edilmiştir. Bakara suresindeki ayette ise, tam tersi bir durum sözkonusudur. Yâni, "sorguya çekme" olgusu, açığa vurulanla ilintili olduğundan, "gizleme" durumundan önce "açığa vurma" durumu zikredilmiştir.
Yüce Allah bu ayette, Resulüne bu gerçeği -yâni kendi nefislerinde gizledikleri veya açığa vurdukları şeyleri yüce Allah tarafından bilindiği gerçeğini- tebliğ etmesini emrediyor ve önceki ayette olduğu gibi, doğrudan kendisi bu gerçeği direkt ifade etmiyor. Bunun, kendisine tavsiye edilenlere uymayacağı sezilen kişiye doğrudan hitap etmeye tenezzül etmemekten başka bir nedeni yoktur. Nitekim: "Kim böyle yaparsa…" ifadesiyle ilgili olarak da böyle bir duruma işaret etmiştik.
"Göklerde olanı da, yerde olanı da bilir. Allah herşeye güç yetirendir." ifadesi daha önce hakkında açıklamada bulunduğumuz Bakara suresindeki ilgili ayete (ayet 284) benzemektedir.
"Her bir nefsin, hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu ve her ne kötülük işlediyse onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını istediği o günü…" Ayetlerin akışı arasındaki bütünlükten, bu ayetin Peygamberimize (s.a.a) yönelik emri içeren önceki ayetin bütünleyicisi, tamamlayıcısı olarak yer aldığı anlaşılmaktadır. İfadede zarf olarak geçen "yevme=gün" takdir edilmiş bir ifadeyle ilintilidir. Yâni: "O günü hatırla ki…" ya da: "Allah bilir" ifadesiyle ilintilidir. Doğrusu kıyamet gününde bizlerin göreceği sahneleri, yüce Allah'ın bilgisiyle ilintilendirmenin hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü: "yevme=o gün" bizim için açığa çıkması bağlamında yüce Allah'ın bilmesi için bir "zarf" işlevini görür, O'nun tarafından gerçekleştirilmiş olması bağlamında değil. Bu, O'nun egemenliğinin, kudretinin ve gücünün, o gün açığa çıkmasına benzer. Nitekim yüce Allah, konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "O gün, ortaya çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Bir olan, Kahhar olan Allah'ındır." (Mü'minun, 16) "Bugün Allah'tan başka koruyucu yoktur." (Hûd, 43) "O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın olduğunu… bir bilselerdi." (Bakara, 165) "O gün emir yanlızca Allah'ındır." (İnfitar, 19)
Hiç kuşkusuz, egemenlik, kudret, güç ve emir her zaman -kıya-metten önce de, sonra da- Allah'ındır. Özellikle kıyamet günüyle ilintili olarak bu olgulara işaret edilmiş olması, bunların kıyamet günü bizim için açığa çıkacak olmalarından dolayıdır. Artık bunları, biz canlılar hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak nitelikte gözlemleyeceğiz.
Bundan dolayı "zarf"ın yüce Allah'ın "Allah bilir." sözüyle ilinti-lendirilmiş olması, yüce Allah'ın,
Re: tasavvuf: ne yolu
Gönderilme zamanı:
15 Nis 2015 17:18
gönderen bayekurt
"Allah, sizi kendisinden sakındırır. Allah, kullarına çok şefkatlidir." Hiç kuşkusuz, ikinci kez sakındırmadan söz edilmesi, konuya verilen önemi ve tehdidin ciddiyetini ortaya koymaktadır. Bu ikinci sakındırmanın, işlenen günahların ahiretteki akıbetlerine -ki ayetin konusu da budur- birinci sakındırmanın da bu günahların sadece dünyadaki veballerine veya hem dünya hem de ahiret sorumluluğuna dönük olması ihtimal dahilindedir.
"Allah, kullarına çok şefkatlidir." ifadesi, yüce Allah'ın kullarına yönelik şefkatini ve acımasını anlatır. Kulluk vasfının öne çıkarılmış olması da bu noktaya yönelik bir vurgu niteliğindedir. Ama aynı zamanda yukarıdaki tehdidi de pekiştirmektedir. Çünkü korkutma ve sakındırma amaçlı anlatımlarda, bu tür ifadelere yer verilmesi, korkuyu pekiştirme ve konuşmacının öğüt vermeyi hedeflediğini, hayır ve ıslahtan başka bir şey istemediğini anlatma amacına yöneliktir. Tıpkı birine şöyle demen gibi: "Sakın şu işi yapmış olarak karşıma çıkma. Çünkü ben, böyle bir şey yapıp da karşıma çıkan kimseye fölerans tanımamaya yemin ettim. Ben bunu, sana acıdığım ve şefkat duyduğum için haber veriyorum."
Dolayısıyla yukarıdaki ifade -Allah doğrusun daha iyi bilir- şu şekilde yorumlanabilir: "Yüce Allah kullarına yönelik şefkatinden dolayı, cezasının çekilmesi kaçınılmaz olan, hiçbir şefaatçinin ve savunmacının en ufak bir etkinlik göstermediği böyle bir günahı işlemeden önce, onları bu tür davranışlardan nehyediyor."
"De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." Daha önce "hübb=sevgi" kavramının anlamı üzerinde durmuş ve bunun gerçek anlamda Allah'a yönelik olabileceği gibi başkasına da yönelik olabileceğini: "İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür." (Bakara, 165) ayetini tefsir ederken vurgulamıştık.
Burada ise, fazladan şunları söylüyoruz: Hiç kuşkusuz, ayetlerde net bir şekilde dile getirildiği gibi, yüce Allah kullarını kendisine iman etmeye ve ihlasla kulluk sunmaya ve şirkten uzak durmaya davet eder. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Haberin olsun; halis olan din yalnızca Al-lah'ındır." (Zümer, 3) "Onlar, dini yalnızca O'na halis kılan hanifler olarak sadece Allah'a kulluk etmekten… başkasıyla emrolunmadı-lar." (Beyyine, 5) "Öyleyse, dini yalnızca O'na halis kılanlar olarak Al-lah'a dua edin; kâfirler hoş görmese de." (Mü'minun, 14) Bunun gibi birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.
Hiç kuşkusuz, ihlas=dini sırf Allah'a özgü kılmak, ancak insan kal-binin -ki bir şeyi ancak kalbi, sevgi ve eğilim sonucu ister veya amaçlar- Allah'tan başka düzmece mabut, matlup, put, eş veya dünyevi bir gaye ve hatta cennete kavuşma ve ateşten kurtulma gibi uhrevi bir hedeften soyutlanması, ilgilenmemesi ile gerçekleşebilir. Kalbin tüm ilgisi, tek mabudu olan Allah'a yönelik olmalıdır. Şu halde, dini sırf Allah'a özgü kılmak Allah'ı sevmekle mümkündür.
Gerçek sevgi, her arayanı aradığına, her dileyeni dileğine bağlayan tek araçtır. Sevgi, seveni sevgiliye doğru çeker, ki onu bulsun ve seven sevgili aracılığıyla eksikliğini tamamlasın. Bir seven için sevgilisinin kendisini sevdiği müjdesinden daha büyük müjde olamaz. İşte bu zaman buluşur iki sevgilinin sevgisi ve buradan başlar âşıkların karşılıklı nazları.
Sözgelimi, insan gıda maddelerini sever ve kendisini onlara yönelik bir çekim alanının içinde bulur. Ki onları bulsun ve açlık dolayısıyla kendisinde meydana gelen eksikliği giderebilsin. Yine insan cinsel birleşmeyi ister. Ki nefsinin buna yönelik beklentisini bulabilsin. Bu yöndeki eksikliğin belirtisi de şehvet duygusudur. Aynı şekilde insan, arkadaşlarıyla buluşmayı da ister. Onu bulmayı ve onunla yakınlık kurmayı arzular. Onu görmediği zamanlar canı sıkılır. Köle efendisini ister ve bazen hizmetçi sahibini kendisine efendi edinir. Ki sahibin sahiplik hakkı ve hizmetlinin de hizmetlilik hakkı doğsun. Eğilim ve sevgi ile ilgili meseleleri incelersen veya değişik aşk hikayelerini okursan, söylediklerimizin ne denli gerçeği yansıttığını görürsün.
Sevgiyi sırf Allah'a özgü kılan kulun tek arzusu, kendisinin Allah'ı sevdiği gibi Allah'ın da onu sevmesi ve yalnızca yüce Allah'ın onun için olmasıdır. İşin gerçek mahiyeti de budur işte. Ancak yüce Allah, Kur'an'da her sevgiyi kendisine yönelik sevgi olarak değerlendirmez. (Sevgi; gerçekte, iki şeyi birbirine bağlayan bir bağdır.) Bu, varlık alemine egemen olan sevgi yasasının da bir gereğidir. Çünkü bir şeyi sevmek, onunla ilgili olan her şeyi sevmeyigerektirir. Onun yanından ve ondan taraf gelen her şeye boyun eğmeyi ve teslim olmayı kaçınılmaz kılar. Yüce Allah ise, tek ve ortaksız ilâhtır. Her şey varlığıyla ilgili her konuda O'na dayanır. O'na varmak için araçlar edinmeye çalışır. Büyük-küçük her şeyin gidişi O'na yöneliktir. Dolayısıyla her şeyin sevgisi de O'na yönelik olmalıdır. İçtenlikle O'na boyun eğmelidir.
Her insan, tevhit dini ve İslam yolu aracılığıyla ve insanın kavrayışı ve algılayışı oranında kulluğu sırf O'na özgü kılmalıdır. Allah katında geçerli olan tek din İslam'dır. Allah'ın mesajını sunanlar, nebiler ve resuller, insanları bu dine davet etmişlerdir. Özellikle İslam dini, Allah'a yönelik ihlaslı bir kulluk sistemini temsil eder ki, bundan öte bir ihlas, bundan net bir dini O'na has kılma esaslı bir sistem bulmak mümkün değildir. İslam dini; yasaların, şeriatların ve nebevi yolların gelip dayandıkları fıtratla örtüşen bir dindir. Peygamberler, bütünüyle bu fıtri çizgide hareket etmişlerdir. Kur'an'ı gereği gibi inceleyen bir kimse, bu söylediklerimizden kuşku duymaz.
Peygamber Efendimiz (s.a.a) izlediği yolu, tevhit yolu ve yüce Allah'ın kendisine emrettiği gibi şirkten berî kulluk çizgisi olarak tanımlamıştır. Yüce Allah bu bağlamda Peygamberimize (s.a.a) şu direktifi vermektedir: "De ki: Bu benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah'a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah'ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim." (Yusuf, 108) Burada Peygamberimizin (s.a.a) yolunun bir basirete, kulluğu sırf Allah'a özgü kılmaya ve şirkten uzak durmaya dayalı olarak Allah'a davet etme olduğu belirtiliyor. Şu halde, onun yolu davet ve şirkten uzak kulluktan ibarettir. Ona tâbi olmak ve onu izlemek bu hususta onun gibi davranmakla mümkündür. Bu, aynı zamanda ona tâbi olanların da niteliğidir.
Bir başka ayette yüce Allah, Resulullah (s.a.a) için bir hayat sistemi olarak yasalaştırdığı şeriatının, bu yolu, yâni davet ve şirkten berî kulluk esaslı yolu temsil ettiğini vurguluyor ve şöyle buyuruyor: "Sonra seni de bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy." (Câsiye, 18) Bunun aynı zamanda Allah'a temsil olmayı da ifade ettiğini bildirir: "Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: "Ben bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a teslim ettim." (Âl-i İmrân, 20) Sonra bunu kendisine nispet ederek onun kendisinin dosdoğru yolu olduğunu belirtiyor: "Bu benim dosdoğru olan yolumdur. Şu halde ona uyun." (En'âm, 153)
Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, İslam=temel bilgilerin, ahlâki kuralların, pratik uygulamaların ve hayat düsturunun toplamından ibaret olarak Peygamberimiz (s.a.a) aracılığıyla yasalaştırılan şeriat, Allah katında şirkten berî kulluk sisteminin adıdır. Bu da sevgiye dayanır, sevgi esasına dayalı olarak yükselir. Demek ki İslam, ihlas dinidir. Diğer bir ifadeyle sevgi dinidir.
Yaptığımız bu uzun açıklamalarla, tefsirini sunduğumuz: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin" ayetinin anlamı belirginleşiyor. Buna göre -Allah doğrusunu daha iyi bilir- kastedilen anlam şudur: "Eğer siz gerçek sevgiye dayalı ibadetlerinizi sırf Allah'a özgü kılmak istiyorsanız, ihlas ve İslam olarak tezahür eden sevgiye dayalı olan şu şeriata uyun. Bu, kişiyi Allah'a ulaştıran dosdoğru yoldur. Eğer özelliği bu olan yolumda bana uyarsanız, Allah da sizi sever. Hiç kuşkusuz bu, bir seven için en büyük müjdedir. O zaman dilediğinize kavuşursunuz. Bir seven, sevgisi aracılığıyla ancak böyle bir şeyi arzu eder." Ayeti mutlak olarak ele aldığımız zaman böyle bir sonuç elde ediyoruz.
Ayetin kâfirleri dost edinmeyi yasaklayan ayetlerden sonra yer almış olmasını göz önünde bulundurup, onu kendisinden önceki ayetlerle bağlantılı olarak ele aldığımız zaman, şöyle bir sonuç çıkıyor karşımıza: Bir yerde dostluk meydana geldi mi daha önce söylediğimiz gibi buna bağlı olarak kişi ile dost edindiği arasında bir sevgi bağı oluşur. Önceki ayet, muhatapları, Allah'ı veli edindiklerine, onun hizbinin saflarında yer aldıklarına ilişkin iddialarında doğru iseler, bunu Peygambere (s.a.a) tâbi olmakla somut olarak ifade etmeye çağırmıştı. Çünkü Allah'ı veli edinmekle kâfirlerin hevalarına uymak bir arada olmaz. (Dost ve veli edinmek de ancak tâbi olmakla olur.)
Allah'ı dost edinen kimsenin, kâfirlerin sahip oldukları dünyanın baştan çıkarıcı, çekici süslerine kapılarak onların tutkulu ihtiraslarının peşinden gitmesi düşünülemez. Tam tersine böyle biri Allah'ın Peygamberi (s.a.a) tarafından pratize edilen dine tâbi olmaya muhtaçtır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Sonra seni de bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevalarına uyma. Çünkü onlar, Allah'tan hiçbir şeyi senden savamazlar. Şüphesiz zalimler, birbirlerinin velisidirler. Allah ise, muttakilerin velisidir." (Câsiye, 18-19) İkinci ayette, tâbi olma anlamından veli edinme ve dostluk kurma anlamına doğru gerçekleştirilen geçişe dikkat ediniz!
Buna göre, Allah'ı sevip dost edindiğini söyleyen bir kimsenin Resule (s.a.a) tâbi olması gerekir. Ta ki bu sevgisi Allah'ın da onu sevip dost edinmesiyle sonuçlansın. Dolayısıyla sevgi, dost edinmenin esasını, temelini oluşturduğu için, tefsirini sunduğumuz ayette ancak Allah'ın sevgisinden söz edilmiş, veli edinilmesine yer verilmemiştir. Yine, Resulullah'a (s.a.a) ve mü'minlere olan sevginin gerçekte Allah'a dönük olmasından dolayı da ayette yalnızca Allah'ın sevgisine işaretle yetinilmiştir.
"Ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayandır, esirgeyendir." Allah'ın geniş rahmeti ve onun katındaki maddi ve manevi bağışları sonsuzdur. Bunlar kulların içinde bir şahsa veya bir zümreye özgü değildir. Burada ilahî bağışın mutlaklığını sınırlandıracak bir istisnaya da yer verilmemiştir. Bu rahmeti ve ilahî bağışı durduracak tek şey, kişinin buna layık olmaması ve bu yönde kötü bir tercihte bulunmasıdır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Rabbinin ihsanı kesilmiş değildir." (İsrâ, 20)
Günah, Allah katındaki yakınlık ve bunun sonuçları olan cennet ve içindeki nimetler gibi onur verici nimetlere erişmeyi engelleyici bir unsurdur. Bilakis, insan kalbinin üzerindeki günah tortularının giderilmesi, günahların bağışlanması ve üzerinin örtülmesi ise, mutluluk kapısını açan ve insanı onur verici bir yurda kavuşturan tek anahtardır. Bu yüzden: "Allah da sizi sevsin." sözünden hemen sonra: "ve günahlarınızı bağışlasın." ifadesine yer verilmiştir. Çünkü yukarıda da söylediğimiz gibi sevgi, seveni sevgiliye çeker. Kulun Rabbine yönelik sevgisi de O'na yaklaşmayı, ibadeti O'na özgü kılmayı ve sadece O'na tapmayı gerektirdiği gibi, yüce Allah'ın da kulunu sevmesini, kula yakın olmasını, uzaklaştıran perdeleri kaldırmasını, gayb örtülerini aralamasını gerektirir. Günahtan başka da perde olmadığına göre, günahların bağışlanması gerekir. Bundan sonraki onur verici nimetler, bağışlar ve kerametler, az önce işaret ettiğimiz gibi Allah'ın ihsan etmesiyle, lütufta bulunmasıyla gerçekleşir.
"Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur. Hayır; gerçekten onlar, Rablerinden perdelenmişlerdir." (Mütaffifin, 14-15) ayetler tefsirini sunduğumuz: "Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." ayetindeki ifadeyle birlikte incelendiği zaman, bizim söylediklerimizin haklılığı net bir şekilde anlaşılacaktır.
"De ki: "Allah'a ve Resulüne itaat edin." Bundan önceki ayette, muhataplar Resule tâbi olmaya çağırılmışlardı. Tâbi olmaksa, birinin izinden gitmek demektir. Ama bu da tâbi olunan kişinin bir yolu izliyor olması ile mümkün olabilecek bir durumdur. Peygamber Efendimizin (s.a.a) izlediği yol, Allah'ın dosdoğru yolu ve Peygamberi aracılığıyla egemen kıldığı şeriatıdır. Ki insanların buna uymaları zorunluluktur. Bundan dolayı, şu anda tefsirini sunduğumuz bu ayette Peygambere (s.a.a) uymanın anlamı, bir kez daha, bu sefer "itaat" kalıbı içinde vurgulanmıştır. Bununla verilen mesaj şudur: Peygamberin de izlediği ihlas (ibadeti sırf Allah'a yönelik olarak yerine getirmek) yolu, özü itibariyle emirler, yasaklar, davetler ve yol gösterici irşatlar toplamından ibarettir.
Dolayısıyla, yolundan gitmek suretiyle Peygambere uymak, yasalaştırılıp egemen kılınan şeriat bağlamında Allah'a ve Resule itaat etmek demektir. Resul ile birlikte ulu Allah'ın zikredilmesi, işin özü itibariyle aynı olduğunu vurgulamak içindir. Ve yüce Allah ile birlikte Resulden söz edilmesi de konunun ona tâbi olmayla ilintili olmasından dolayıdır. Dolayısıyla bazılarının: "Ayette kastedilen anlam şudur: "Ki-taba uymak suretiyle Allah'a, sünnete uymak suretiyle de Resule itaat edin." şeklindeki yorumları yanlıştır.
Çünkü böyle bir yaklaşım: "De ki: Allah'a ve elçisine itaat edin." ifadesinin: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun." ifadesini açıkladığı gerçeğiyle bağdaşmaz. Ayrıca ayet, Allah'a itaat etmekle Resule itaat etmenin aynı şey olduğunu vurgulamaktadır. Bu yüzden tekrara gerek duyulmamıştır. Eğer Allah'a itaat ile Peygambere itaat farklı olgular olsaydı, uygun olanı şöyle bir ifadenin kullanılmış olmasıydı: "Allah'a itaat edin ve Resule itaat edin." Tıpkı: "Allah'a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de." (Nisâ, 59) ayetinde olduğu gibi. Ki vurguladığımız husus gayet açıktır.
Biliniz ki: İfadenin mutlaklığı ve objektif ortama uygunluğu bağlamında bu ayet hakkındaki değerlendirme, önceki ayete ilişkin değerlendirmeden farklı değildir.
"Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez." Bu ayet, yukarıdaki emre uymayıp yüzünü çeviren kimselerin kâfir olduklarını gösterir. Kâfirleri dost edinmeyi yasaklayan diğer ayetlerden de bunu algılamak mümkündür. Burada aynı zamanda bu ayetin önceki ayetin açıklayıcısı konumunda olduğuna yönelik bir işaret de algılıyoruz. Çünkü ayet, kâfirlere yönelik sevgiyi, Allah'a ve Peygambere itaati emretmek suretiyle olumsuzluyor. İlk ayette ise, Peygambere tâbi olmaya ilişkin emre uyan mü'minleri sevmenin gereği vurgulanıyor. Ayetler arasındaki bağlantıyı bu şekilde kurup anlamak gerekir.
Tefsirini sunduğumuz bu ayetlere ilişkin olarak yukarıda yer alan açıklamalardan sırasıyla şu hususlar belirginleşiyor:
a) Takiyye yapmaya genel anlamda izin verilmiştir.
b) Kâfirleri dost edinmenin ve Allah'ın bu husustaki yasaklamasına uymamanın cezalandırılmağa yol açtığı ve bunun kesin olarak yasaklandığı açıktır. Bu, yüce Allah'ın kesin, değişmez hükümlerindendir.
c) İlahî şeriat, sırf Allah'a kulluk sunmanın somut şeklidir. Sırf Allah'a kulluk sunmak da Allah'ı sevmenin pratik ifadesidir. Diğer bir ifadeyle: İlahi bilgilerin, ahlâki prensiplerin ve olanca genişliği ve sonsuz ayrıntılarıyla pratik hükümlerin toplamından ibaret olan din, tahlil ve çözümleme sonucu, ihlâstan başka bir şeyi ifade etmez. Bununla insanın özünü, özünün niteliklerini (yâni ahlâkını), özünün amellerini ve fiillerini tek ve Kahhar olan Allah'a dönük kılmasını kastediyoruz. Sözünü ettiğimiz bu ihlas ise, yalnızca sevgiye dayanır. Nitekim din, başka bir perspektiften teslimiyete, teslimiyet de tevhide dayalı olarak biçimlenir.
d) Kâfirleri dost edinmek küfürdür. Ama zekat vermeyenin ve namazı terk edenin küfrü gibi ayrıntılara ilişkin bir küfürdür. Temel prensiplerle ilgili değil. Daha önce söylediğimiz gibi, kâfirleri dost edinen insanın küfrü, bu dostluğun neden olduğu ifsattan da kaynaklanıyor olabilir. Yâni, kâfirlerle dostluk kurmak, insanı sonunda küfre sürükleyebilir. Mâide suresinin tefsirini sunarken daha ayrıntılı bilgiler sunacağız.
Re: tasavvuf: ne yolu
Gönderilme zamanı:
15 Nis 2015 17:25
gönderen bayekurt
186. AYET
-
Ayetin Açıklaması
Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki ben pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm.
İçerdiği anlamı en güzel bir şekilde, en ince ve dakik bir üslupla dile getiren çarpıcı bir ifadedir. Bu ifadede, tekil şahıs kullanımı esas alınmıştır; gayp sıygasına ve çoğul zamirlere başvurulmamıştır. Bu, meseleye ne kadar önem verildiğini gösterir. Sonra, "insanlar" vb. yerine "Kullarım" şeklinde bir ifadenin kullanılmış olması, meseleye gösterilen özenin fazlalığının bir göstergesidir. Ve yine "Onlara de ki: Ben yakınım." şeklinde bir ifade kullanılmayıp, aradaki aracı kaldırılarak doğrudan "Ben yakınım" denilmesi, tekit edatı olarak "inne (=mu-hakkak ki)" harfinin kullanılması, yakınlığın sürekliliğine delalet etsin diye fiil (yakın olurum) yerine, sıfat (yakınım) tercih edilmesi, ayrıca duaya cevap verme olgusunun sürekliliğine işaret etmesi için muzari fiilinin kullanılmış olması, sonra "Dua edenin duasına cevap veririm." sözünün "Bana dua ettiği zaman" sözü ile kayıtlandırılması -ki, bu kayıt, "dua edenin duasına" belirginlik kazandırmaktan başka bir şey katmıyor. Ve tıpkı, "Bana dua edin, size icabet edeyim." (Mü'min, 60) ayetinde olduğu gibi, dua edenin duasının kayıtsız ve şartsız olarak kabul edileceğini gösteriyor...- evet yukarıda değindiğimiz bu yedi ayrıntı, duanın kabulüne verilen önemi, dua olgusuna gösterilen özeni yansıtmaktadır. Ayrıca ayet-i kerimede -onca kısalığına rağmen- birinci tekil şahıs (mütekellim) zamiri yedi kez tekrarlanmıştır. Bu ayet-i kerime, bu niteliğiyle Kur'ân-ı Kerim'de tektir.
"ed-Dua" ve "ed-dave" (çağırma ve dua etme) mastarları, çağrıla-nın nazarını çağırana yöneltme anlamını ifade eder. "es-Sual" (=isteme) ise, istenenden bir yarar veya fazla hayır sağlamak demektir. Böylece istenenin nazarının isteyene yöneltilmesinin ardından isteyenin ihtiyacı giderilmiş olur. Dolayısıyla isteme, duanın amacı ve hedefi konumundadır. Bu anlam, istek söz konusu olan her yer ve her ortam için geçerlidir. Cehaleti giderip bilgi sahibi olmak için sorma, hesap anlamında soru ve fazla bir yarar elde etme vb. amaçlı soru gibi.
Daha önce de değindiğimiz gibi, kulluk birinin mülkü olma durumuna denir. Ama bu, her mülkiyet için geçerli bir tanım değildir. Sadece insanın mülk oluşunu ifade eder. (Öyleyse hayvana, sahibinin kuludur denilmez) Şu hâlde kul, insan ya da akıl ve bilinç sahibi her canlı için kullanılan bir tanımdır. Böylece bu kavram Allah'a nispet verildiğinde yüce Allah'a yönelik mülkiyet nitelikli mensubiyeti ifade eder.
Yüce Allah'ın mülkü, başkalarının mülkünden çok farklıdır. Bu, iddia ile hakikatin, gerçek ile mecazın farklılığı gibidir. Çünkü yüce Allah kulları üzerinde sınırsız ve kuşatıcı bir malikliğe sahiptir. Kullar ne kendi kişilikleri ne de kendi kişiliklerine tâbi nitelikler ve fiiller, ne kendilerine nispet edilen eşler, evlâtlar, mallar ve makamlar bakımından bu kuşatıcı malikliğin kapsamının dışına çıkamazlar. Dolayısıyla kulların herhangi bir şekilde kendilerine izafe edilen ve malik oldukları kabul edilen her çeşit, örneğin hakiki ve tabii mülkü sayılan "kendisi, bedeni, kulağı, gözü, fiili ve eseri" gibi ve göreceli ve itibarî mülkü denilen "eşi, malı, makamı ve hakkı" gibi bütün her şeye ancak Allah'ın izni ile sahip olmuşlardır. İlâhî izin onlarla sahip oldukları şeyler arasındaki nispetin kalıcılığını onayladıkça bu var olabilir. Şu hâlde onları malik kılan ilâhî izindir. Kişiliklerini ve cisimlerini kendilerine izafe eden ulu Allah'tır. Eğer O, dilemeseydi, bütün bunlar baştan itibaren olmazlardı. Kulları kulak, göz ve kalp sahibi yapan O'dur. Her şeyi yaratan ve her şeyi bir ölçü dahilinde tasarlayan O'dur.
Yüce Allah kişi ile nefsi arasına girer. Kişiye nefsinden daha yakındır. Ona, çocuk, eş, arkadaş, mal, mevki ve hak gibi yakını olarak bildiği şeylerden daha yakındır. O, yarattığı varlıklara, akla gelebilecek her şeyden daha yakındır. Kısacası O, mutlak olarak yakındır, yakınlığına bir sınır konulamaz. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Biz ona sizden daha yakınız; ancak siz görmezsiniz." (Vâkıa, 85) "Biz ona şahdamarından daha yakınız." (Kaf, 16) "Allah, kişi ile kalbi arasına girer." (Enfâl, 24) Kalp'ten maksat, kişinin olup bitenleri, eşya ve olayları algılayan nefsidir.
Kısacası yüce Allah'ın kulları üzerindeki sahipliğinin gerçek bir sahiplik ve insanların da O'nun kulları olmaları, yüce Allah'ın kendilerine mutlak olarak ve bir karşılaştırma yapılacak olursa her şeyden daha yakın olmasını gerektirir. Hiç bir etken ve engel söz konusu olmaksızın dilediği gibi tasarruf etmeyi gerektiren bu mutlak sahiplik; yüce Allah'ın kullarından herhangi birinin duasına cevap verebilir, bağış ve tasarrufta bulunmak suretiyle arz ettiği ihtiyacını giderebilir olmasını gerektirir. Çünkü mülk geneldir, kapsayıcıdır. İlâhî egemenlik, otorite ve kuşatıcılık tüm takdirlere damgasını vurmuştur. Bir has durumla sınırlandırma söz konusu değildir. Yahudilerin iddiasının tam tersine. Çünkü onlara göre; yüce Allah varlıkları yaratmış, kaderleri belirlemiş, böylece misyonunu tamamlamıştır.
Artık kendisinin bir sebep sonuç zorunluluğu hâlinde yerleştirdiği kaza ve öntasarımın yürürlüğe girmesi ile, yeni tasarruf dizgini O'nun elinden çıkmıştır. Artık nesih (bir hükmü kaldırma, bir hükmü yürürlüğe koyma) ve bedâ söz konusu değildir. Dualara icabet etmez. Çünkü iş O'nun elinden çıkmıştır. Ve yine bu ümmetten bir grubun görüşünün tam aksine. Onlara göre; kulların fiillerini Allah yaratmaz. Bu son görüşü dile getiren kaderiye grubunu, Resulullah efendimiz, hem Şia, hem Ehlisünnet kanallarınca rivayet edilen bir hadiste "Bu ümmetin Mecusileri" olarak nitelemiştir. İşte bu iki görüş de doğru değildir.[1]
Mülk mutlak olarak Allah'ındır. Hiç kimse, O'nun sahip kılması dışında bir şeye sahip olamaz. O dilediği şeyi birinin mülkü kılar. Bir şeyin meydana gelmesine izin verirse, meydana gelir. Dilemediği, sahip kılmadığı ve izin vermediği şey, hiç bir şekilde meydana gelmez. Bu uğurda ne kadar çaba sarf edilirse edilsin. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçlarsınız; Allah ise zengindir." (Fâtır, 15)
Böylece anlaşılıyor ki: "Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm." ifadesi, duaları kabul etmeye ilişkin bir hükmü içerdiği gibi, bu hükmün gerekçelerini de içermektedir. Buna göre, dua edenlerin Allah-u Teâla'nın kulları olmaları, Allah'ın onlara yakın olmasını gerektirir. Yakın olması da mutlak olarak dualarını kabul etmesini gerektirir. Kabulün mutlaklığı ve kayıtsız oluşu ise, duanın mutlaklığını ve sınırsız oluşunu gerektiren bir olgudur. Şu hâlde O'na yöneltilen her duayı, O kabul eder.
Ancak bu konuda, bir hususa dikkat edilmelidir. O da şu ki: Yüce Allah "Dua edenin duasına cevap veririm." sözünü "Bana dua ettiği zaman" sözü ile kayıtlandırmıştır. Bu kayıt, mukayyet olan şeyin özüne bir katkıda bulunmuyor. Sadece gerçek olma şartını getiriyor. Mecaz olarak dua denilmesinin ve sadece duanın şekline benzer olmasının yetersizliğini öngörüyor. Çünkü birine "Sana öğüt verdiği zaman öğüt verenin sözüne kulak ver" veya "Alim olduğu zaman alime saygı göster." dediğimiz zaman, bu sözümüz işaret edilen kişinin gerçekten o sıfata sahip olması gerektiğini ifade eder. Buna göre, öğüt veren kişi sözleri ile öğüt vermeyi amaçladığı zaman, onun sözlerine kulak vermek gerekir. Alim de gerçekten ilim sahibi ise bildikleri ile amel ediyorsa, ona saygı göstermek bir zorunluluktur.
Şu hâlde "Bana dua ettiği zaman" ifadesi, icabete ilişkin mutlak vaadin ancak dua edenin gerçekten dua etmesi, fıtrî bilgi ve içgüdüsel aşinalık aracılığı ile istemesi ve dilin kalple birlikteliği ve uyum içerisinde olmasıyla gerçekleşeceğine delalet etmektedir. Çünkü dua ve dileğin gerçekliğini kalbin taşıdığı niyet ve fıtratının ifade ettiği amaç temsil etmektedir. Bu, konuşma lisanı ile ifadesini bulandan apayrı bir şeydir. Konuşma lisanını nasıl istersen öyle çevirirsin: Yalan söyletirsin, doğru söyletirsin, gerçek söyletirsin, ciddi söyletirsin, mecaz söyletirsin, şaka söyletirsin. Bütün bunlar senin elindedir ve içindeki gerçek niyetini ifade etmeyebilirler.
Bu yüzden, yüce Allah'ın konuşma dilinin bir etkinliğinin söz konusu olmadığı alana ilişkin temenniyi "isteme" olarak nitelemiş olduğunu görüyoruz: "Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür." (İbrahim, 34) Buna göre insanlar sayıp bitiremedikleri nimetleri isteme durumundadırlar. Şu hâlde bu isteme "dil" dediğimiz organ aracılığı ile gerçekleşmemiştir. Tam tersine bu, muhtaçlık lisanını fıtraten ve varoluşsal olarak hak et-menin ifade ettiği bir istektir. Nitekim ulu Allah bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Gökte ve yerde olan ne varsa O'ndan ister. O, her gün bir iştedir." (Rahmân, 29) Bu ayetin konumuza kanıt oluşturması son derece açık ve belirgindir.
Şu hâlde, insanın öz yaratılışının (fıtrat) lisanıyla yüce Allah'tan istediği bir şey, kesinlikle karşılığını bulur. Öyleyse dua kabul görmüyorsa, karşılığını almıyorsa, onda iki şeyden birisi eksiktir demektir. Bunlar da "Bana dua ettiği zaman dua edenin duasını..." sözünde açıklanmıştır.
Eğer ortada kabul görmeyen bir dua varsa, bu durumda, ya gerçekten tam manasıyla dua gerçekleşmemiş ve dua eden kişinin bir tür karıştırması söz konusudur. Örneğin olmayan bir şeyi isteyen ve bunu da bilmeyen veyahut işin içyüzünün farkına varacak olursa, bunu kesinlikle istemeyecek olan insanlar gibi. Örneğin hastanın şifa bulmasını ister ama bunun ölünün dirilmesini istemek olduğunu bilmez. Ancak peygamberlerin dua ettiği gibi, onun da gücü yetseydi, ölünün dirilmesi için dua etseydi hasta yeniden hayat kazanırdı. Ancak insanın böyle bir ümidi yoktur. Yahut bir insan, içyüzünü öğrenmesi durumunda kesinlikle istemeyeceği bir şey ister ama bu isteği kabul edilmez.
Veyahut da istek tam manasıyla gerçekleşir ama istek tek başına Allah'a yöneltilmez. Örneğin herhangi bir insan, yüce Allah'tan ihtiyaç duyduğu bir şeyi ister. Ama kalbi normal sebeplere takılıdır. Veya bu meselesinde bazı mevhum güçlerin kendisine yeterli olabileceklerini yahut işinde etkinliklerinin söz konusu olacağını sanmaktadır. Dolayısıyla duayı sırf yüce Allah'a özgü kılmamakta ve gerçekten O'ndan istememektedir. Duaları kabul eden Allah, öyle bir Allah'tır ki işinde ve otoritesinde ortak kabul etmez. O, sebeplerin veya mevhum güçlerin ortaklığı ve desteği ile hareket etmez. Şu hâlde dua edip Allah'tan bir takım şeyler isteyen bu iki grup, dilleri duayı Allah'a özgü kılsa da, kalpleri duayı sırf Allah'a yöneltmiş değildir.
Ayet-i kerimenin ışığı altında dua hakkında yapılabilecek açıklamanın özeti bu idi. Bu açıklama ile dua konusunu ele alan diğer ayetlerin anlamları da böylece açıklığa kavuşmuş oluyor: "De ki: Sizin duanız olmasaydı, Rabbiniz size değer verir miydi?" (Furkan, 77) "De ki: Düşündünüz mü hiç; eğer size Allah'ın azabı gelirse ya da kıyamet saati gelip çatarsa, Allah'tan başkasını mı çağıracaksınız. Eğer doğru sözlü iseniz...Hayır, yalnızca O'nu çağırırsınız, dilerse kendisi çağırdığınız şeyi giderir ve şirk koşmakta olduklarınızı unutursunuz." (En'âm 40-41) "De ki: Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz gizliden gizliye O'na yalvararak dua etmektesiniz. Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz. "De ki: Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız." (En'âm, 63-64)
Bu ayetler, insanın içgüdüsel olarak dua ettiğini, fıtratın lisanı ile Rabbinden istediğini göstermektedir. Ancak insan refah ve konfor içinde bir hayat sürdürdüğü zaman nefsi, sebeplere takılır, onları Rabbine ortak koşar. Bu yüzden mesele onun açısından berraklığını ve anlaşılırlığını yitirir. Kafası karışır. Rabbine dua etmediğini, O'ndan bir şey istemediğini iddia eder. Oysa ki Rabbinden başkasından hiç bir şey istememektedir. Çünkü insan bir fıtrat, tasarlanmış ve rayına konulmuş bir öz yaratılış üzeredir. Allah'ın yaratma yasasında bir değişiklik olmaz. Şiddet baş gösterdiğinde ve sebepler birer birer etkinliklerini yitirdiklerinde ve Allah'ın ortağı oldukları, O'nun yanında şefaatçilik edecekleri iddia edilen düzmece ilâhlar ortadan kayboldukları zaman, insanoğlu, Allah'tan başka ihtiyacını giderecek, isteklerini karşılayacak bir merci olmadığını anlar, yeniden fıtrî tevhide döner ve bütün sebepleri unutur. Yüzünü yüce Rabbine taraf çevirir. O da kendisini abluka altına alan şiddeti, zorluğu bertaraf eder, ihtiyacını karşılar, huzura kavuşturur. Sonra insan huzura kavuşunca yeniden önceki şirk nitelikli hayat tarzına döner, Rabbini unutur.
Şu ayet-i kerime de açıklamamızı pekiştirir niteliktedir: "Rabbiniz dedi ki: Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenenler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir." (Mü'min, 60) Ayet-i kerime, insanları dua etmeye çağırıyor, duanın kabulünü de garantiliyor. Buna ek olarak da "dua"yı "ibadet" olarak niteliyor: "Bana ibadet etmekten..." yani, "Bana dua etmekten..." buyuruyor. Hatta, ibadet kavramının mutlak olarak "dua" anlamını ifade ettiğini ima ediyor. Çünkü, dua'dan kaçınılması durumunda, bunun sonucunun ateş olacağı şeklinde bir tehdit ifadesi yer alıyor ki, "ateş", "ibadet"i terk etmenin başlıca cezasıdır, ibadetin bazı kısımlarının değil. Şu hâlde ibadetin aslı duadır. Bu nükteyi iyice düşünün.
Bu açıklamaların ışığında, konuya ilişkin başka ayetlerin de anlamı belirginleşiyor: "Öyleyse, dini yalnızca O'na özgü kılanlar olarak Allah'a dua edin." (Mü'min, 14) "O'na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır." (A'râf, 56) "Umarak ve korkarak bize dua ederlerdi. Bize derin saygı gösterirlerdi." (Enbiyâ, 90) "Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin. Şüphesiz o haddi aşanları sevmez." (Enbiyâ, 55) "Hani o, rabbine gizlice seslendiği zaman; demişti ki: Rabbim, şüphesiz benim kemiklerim gevşedi ve baş yaşlılık aleviyle tutuştu; ben Sana dua etmekle mutsuz olmadım…" (Meryem, 3-4) "O, iman edip salih amellerde bulunanlara icabet eder ve onlara kendi fazlından artırır." (Şûrâ, 26) gibi, birçok ayeti buna örnek gösterebiliriz, ki bu ayetler, dua ibadetinin prensiplerini, dua edecek kişinin nasıl bir tavır takınacağını dile getirmektedirler. Bu prensip ve tavırların temeli, ihlastır. İhlas dua ederken sadece Allah'ın hoşnutluğunu gözetmektir. Buna kalp lisan örtüşmesi denir. Allah'tan başka her türlü sebeple bağlantıyı kesmek ve sadece O'na bağlanmaktır. Bunun kapsamına da korku, umut, istek, ürperti duyma, saygı, yalvarış, ısrar, zikir, salih amel, iman ve Allah'ın huzurunda bulunma edebî gibi rivayetlerin ifade ettiği unsurlar girer.
Öyleyse onlar da benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler.
Bu ifade, önceki cümlenin iltizamî olarak ifade ettiği anlamın bir ayrıntısı konumundadır. Buna göre: Yüce Allah kullarına yakındır. O'nunla kullarının duası arasına hiç bir engel giremez. O, kullarına özen gösterir, isteklerine önem verir. Ve O şimdi kullarını kendisine dua etmeye davet ediyor. Durum böyle olunca, kulların O'nun bu davetine icabet etmeleri, O'na yönelmeleri, bu niteliğiyle O'na iman etmeleri, O'nun kendilerine yakın olduğunu, dualarını kabul ettiğini kesin olarak bilmeleri gerekir. Umulur ki, böylece, içtenlikle O'na yönelip dua ederler.
Re: tasavvuf: ne yolu
Gönderilme zamanı:
15 Nis 2015 18:52
gönderen Mecruh
sfu yazdı:Mecruh yazdı:Bakara, 112 "Hayır, öyle değil! Kim "ihsan" derecesine yükselerek özünü Allah'a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındadır. Artık onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir."
Delil isteyen arkadaş buyur. İnsan-ı Kamil veya halk arasında Anadolu'da Ermiş/Eren olarak adlandırılan insanlatla alakalı bir ayet.
Ben Bakara 79'dan bahsederken apaçık olan "eliyle kitap yazıp bu allahtandır" diyenlere lanet edilirken işine gelmediği için ayetin önüne arkasına bakıp o yahudiler için inmiştir diyorsun ama kendi verdiğin ayette yahudilerin ve hristiyanların "bizden başkası cennete giremeyecek" iddiasına karşı inen bu ayeti, "kim allaha kulluk edip ona teslim olursa kurtuluşa erer" mesajını tasavvufa çağrı olarak yorumluyorsun. Hem de içine "ihsan" derecesi ekleyerek güya allahın insandan ermesini beklediğini ima ederek.
Yani? Sence anlamda ne fark oldu? İhsan sahibi olmak için ruhu terbiye etmek gerekmiyor?
Re: tasavvuf: ne yolu
Gönderilme zamanı:
15 Nis 2015 19:20
gönderen Tyrael
Ben pes ediyorum. Bu konuda karşılıklı mesajları okuyanlar hala tasavvufa yönelmek istiyorlarsa paşa canları bilir hadi eyvallah.
Re: tasavvuf: ne yolu
Gönderilme zamanı:
15 Nis 2015 19:27
gönderen Mecruh
Tyrael yazdı:Ben pes ediyorum. Bu konuda karşılıklı mesajları okuyanlar hala tasavvufa yönelmek istiyorlarsa paşa canları bilir hadi eyvallah.
Gösteriş için namaz kılan, Umre'ye turistik seyahat gibi gidip fotoğraf çektiren, para için Kabe'ye saygısızlık yaparcasına kuleler diktiren müslümanlardan olmak istemiyorsanız tasavvufa yönelin.
Re: tasavvuf: ne yolu
Gönderilme zamanı:
15 Nis 2015 19:38
gönderen yazyagmuru
ben de ma etmiş birisiyim ama bundan kendime bir pay çıkarmıyorum. "Rabbim lütfetti ve bana iman nasip eyledi, muhakkak ki bundan imtihan olunacağım" diye düşünüyor ve her daim Sübhan Allah'a bu ihsanı için hamd ediyorum.
uçup kaçtığım yok, haşa keşif ya da ilham yok (olamaz da), hele tasavvuf zinhar yok. tasavvufu falan boşverin siz, Allah rızasını kazanmanın kesin tek bir yolu var. Rahman'ın yolunda hakkıyla cihad etmek.
Re: tasavvuf: ne yolu
Gönderilme zamanı:
15 Nis 2015 19:48
gönderen Mecruh
Herif şeytanın velilerini (rothschild, rockefeller gibilerini) eleştirip yerden yere vurup dururken, birden Allah'ın velilerine dil uzatmaya başladı. Kimsenin de "ne oluyor yahu, bu dönüşün sebebi ne?" dediği yok?
Son zamanlarda görülen en keskin dönüş belki bu. Herkes normal karşılamış, ilginç.
Re: tasavvuf: ne yolu
Gönderilme zamanı:
15 Nis 2015 19:53
gönderen Mecruh
yazyagmuru yazdı:"Rabbim lütfetti ve bana iman nasip eyledi, muhakkak ki bundan imtihan olunacağım" diye düşünüyor ve her daim Sübhan Allah'a bu ihsanı için hamd ediyorum.
Arkadaş sen şu şekilde düşünen biriyse zaten Allah'ın ihsan verdiği kullardan olmuşsun demektir. Helal olsun, Allah muvaffak eylesin. Tasavvuf zaten etiket işi değil, kalbin doğru olsun yeter.