tasavvuf: ne yolu

Din ve Felsefe üzerine fikir alışverişinde bulunuyoruz

Re: tasavvuf: ne yolu

Mesajgönderen bayekurt » 15 Nis 2015 17:14

facebook
twitter
gplus

"28- Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesinler. Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınmanız başka. Allah, sizi kendisinden sakındırır. Dönüş yalnız Allah'adır.
29- De ki: "Sinelerinizde olanı gizleseniz de, açığa vursanız da Allah bilir; göklerde olanı da, yerde olanı da bilir. Allah, her şeye güç yetirendir."
30- Her bir nefsin, hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu ve her ne kötülük işlediyse, onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını istediği o günü (hatırlayın). Allah, sizi kendisinden sakındırır. Allah, kullarına çok şefkatlidir.
31- De ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir."
32- De ki: "Allah'a ve Resulüne itaat edin." Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez."
bayekurt
 
Mesajlar: 588
Kayıt: 27 Ağu 2014 12:30

Re: tasavvuf: ne yolu

Mesajgönderen bayekurt » 15 Nis 2015 17:17

facebook
twitter
gplus

AYETLERİN AÇIKLAMASI
Yukarıda meallerini sunduğumuz ayetler, bundan önceki ayetler grubundan tamamen kopuk ve bağlantısız değildir. Dolayısıyla bundan önceki ayetler grubu için söylediklerimiz, bu ayetler grubu için de geçerlidir. Şöyle ki: Burada güdülen hedef, Ehl-i Kitabın ve müşriklerin durumlarını gözler önüne sermek ve buna dayalı olarak onlara çeşitli eleştiriler yöneltmektir. Eğer "kâfirler" ifadesi Ehl-i Kitabı da kapsıyorsa, bu demektir ki söz konusu ayetler, Ehl-i Kitap ve müşriklerle dostluk kurmayı ve ruhsal kaynaşmayı yasaklamaktadır. Şayet maksat sadece müşriklerse, bu demektir ki ayetler, müşrikleri hedef alarak mü'min kimseleri onlardan uzaklaşmaya, Allah'ın hizbine (grubuna) bağlanmaya, Allah'ı sevmeye ve O'nun elçisine itaat etmeye davet ediyor.
"Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesinler." Ayette geçen "evliya" kelimesi, "velayet" mastarından gelen "veli" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime, özü itibariyle, bir şeyin yönetim işini üstlenme yetkisine sahip olmak demektir. Dolayısıyla küçük çocuğun, delinin veya sefih insanın velisi, onların işlerini ve mallarını yönetip-yönlendirme yetkisine sahip kimse demektir. Dolayısıyla mallar onlarındır, ancak mal üzerinde tasarruf yetkisi velilerine aittir. Sonra bu kelime, gittikçe artan bir oranda sevgi bağlamında kullanılır oldu. Bunun nedeni de sevişen iki kişinin genellikle birbirlerinin işlerini yönlendirir, yönetir ve tasarrufta bulunur olmasıdır. Karşılıklı sevgi, insanı sevilene yaklaştırır, onun üzerinde etkili olmasını sağlar, diğer duygusal hususlarda belirgin bir etkinliğe kavuşmasına imkân verir. Sevgi, sevenin sevgilisinin hayatında etkin bir rol oynamasını, hayatını yönlendirmesini sağlar.
Dolayısıyla kâfirleri veliler (dostlar) edinmek, ruhsal açıdan onlarla kaynaşmayı gerektirir. Bunun sonucunda onlara gönülden yaklaşmak, ahlâki açıdan ve hayatın diğer meselelerinde onlardan, onların davranış biçimlerinden etkilenmek durumu kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. Ayetin içerdiği yasaklamanın: "mü'minleri bırakıp" ifadesiyle sınırlandırılmış olması da bunu gösterir. Bu ifade, onlara yönelik sevginin mü'minlere yönelik sevgiye ağır basabileceğine işaret etmektedir. Böyle bir pozisyonda, hayatın dizginleri, mü'minlerin yerine onlara teslim edilir. Bu ise, kâfirlere güvenip dayanmak, onlarla birleşmek ve mü'minlere arkasını dönüp ayrılmak demektir.
Kur'an ayetlerinde kâfirlerin, Yahudi ve Hıristiyanların dost edinmesinin yasaklığı sık sık vurgulanmıştır. Ancak bu yasaktan söz edildiği her ifade, yasaklanan dostluğun türünü de açıklayıcı ifadeler içermektedir. Dolayısıyla onlardan hareketle ne tür bir dostluğun, nasıl bir velayetin yasaklandığını anlamak mümkündür. Tıpkı tefsirini sunduğumuz ayette: "Mü'minler... kâfirleri dostlar edinmesinler." ifadesinden sonra: "mü'minleri bırakıp…" ifadesinin yer almış olması gibi. Yine "Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin." (Mâide, 51) ayetindeki bu ifadeden sonra: "Onlar birbirlerinin dostudurlar." ifadesinin yer almış olmasını ve: "Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin." (Mümtehi-ne, 1) ayetindeki bu ifadenin ardından: "Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan… sizi sakındırmaz." (Mümtehine, 6) ifadesine yer verilmiş olmasını örnek gösterebiliriz.
Buna göre: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesinler." ayetindeki bu nitelemeler, hükmün sebebine ve illetine delalet etmeleri için esas alınmışlardır. Şöyle ki: Küfür ve iman nitelikleri, gerçi birbirinden uzak ve farklıdırlar, ancak, zorunlu olarak bu nitelikleri üzerlerinde taşıyan kimseleri, bilgi, ahlâk, Allah'a süluk etme tarzı ve diğer hayat meselelerinde farklı yaklaşımlar içinde olmaya yöneltir. Bu yüzden, bu niteliklerden birini üzerinde taşıyan kimse, dostluk bağlamında öteki niteliği üzerinde taşıyan kimseyle bağ kuramaz. Çünkü dostluk; birleşmeyi ve kaynaşmayı gerektirir. Küfür ve iman nitelikleri ise ayrılığı, farklılığı gerektirir. Dolayısıyla, mü'minle-rin dışındaki kimselerle kurulan dostluk güçlendikçe, bu durum imanî özelliklerin ve sonuçların, buna bağlı olarak da imanın temelinin bo-zulmasına, ifsada uğramasına yol açar. Ayetin sonundaki şu değerlen-dirme cümlesinin yer alması da bu yüzdendir: "Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur." Ardından şu cümleye yer verilmiştir: "Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınanız başka." Böylece "takiyye" bu genel hükmün dışında tutulmuştur. Çünkü "ta-kiyye", görünürde dost olmaktır, gerçekte değil.
"Mü'minleri bırakıp... ifadesinin orijinalinde geçen "dûne" edatı, zarf işlevini görüyor gibidir. Dolayısıyla aşağılık ve eksiklik anlamlarıyla karışık bir "yanında" anlamını ifade etmektedir. Şu halde karşımıza çıkan anlam şudur: "Mü'minlerin bulunduğu yerden aşağı bir yerden başlayarak…" Çünkü mü'minler en yüksek konumda olurlar.
Anlaşıldığı kadarıyla "dûne" edatı, asıl mana itibariyle bu anlamı içermekte ve aşağıda olmanın özelliğiyle birlikte, aşağıdalığı da ifade etmektedir. Dolayısıyla: "Dûneke Zeydun" ifadesi "Zeyd senin bulunduğun yerden daha aşağı olan bir yerdedir. Bulunduğu yerin derecesi senin bulunduğun yerin derecesinden daha alttadır." anlamında kullanılır. Daha sonra bu edat "başka" anlamında kullanılır olmuştur: "…Allah'tan başka iki ilâh..." (Mâide, 116) "Bundan başkasını, dilediği kimse için bağışlar." (Nisâ, 48) Yâni, bundan başkasını veya bundan daha aşağı ve daha basit olanını... Sonra "Dûneke Zeyden­­" "Zeyd'den hiç ayrılma" ifadesinde olduğu gibi isim olduğu halde fiil anlamında kullanılmıştır. Bu yaklaşımların tümünü, uyarlama ve örtüşme kapsamında algılamak gerekir, yoksa lafzi ortaklık bu anlamlardan herhangi birini belirleyici değildir.
"Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur." Yâni kim, mü'minleri bırakıp da onları dost edinirse… Eyle-min isminin yerine genel bir lafzın kullanılmış olması, konuşmacının bu olaya karşı duyduğu son noktasına varmış nefreti vurgulamaya dönüktür. Öyle ki, ondan söz ederken bile, çirkin bir şeyi kinayeli olarak anlatıyormuş gibi, genel bir ifade kullanıyor. Bu tür kullanımların dildeki örnekleri çoktur. Yine bundan dolayı: "Mü'minlerden kim böyle yaparsa" denilmemiştir. Bununla da bu tür bir çirkinliğin mü'minlere nispet edilmesinin yakışmadığı, onların bu tür şeylerden uzak olduğu vurgulanmak istenmiştir.
"Allah'tan" ifadesinin orijinalindeki "min" edatı, ibtida, başlangıç içindir ve bu gibi yerlerde "gruplaşma" anlamını ifade eder. Yâni: "Hiç bir şeyde Allah'ın grubundan değildir." Şu ayette olduğu gibi: "Kim Allah'ı, Resulünü ve iman edenleri dost edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdırlar." (Mâide, 56) Yine Hz. İbrahim'in dilinden şu ifadeler aktarılır: "Kim bana uyarsa, artık o bendendir." (İbrahim, 36) Yâni "benim grubumdandır." Her neyse, burada şöyle bir anlam elde ediyoruz (Allah doğrusunu daha iyi bilir): "İçinde bulunduğu tavır ve gösterdiği etkinlik bakımından Allah'ın grubundan değildir."
"Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınmanız başka." Ayetin orijinalinde geçen ve "tetteku=sakınma" kelimesinin mastarı olan "ittika", aslında korkudan dolayı sakınma anlamını ifade eder. Daha sonra bizzat korku anlamında kullanıldığı da görülmüştür. Bu, mü-sebbebin sebep yerine kullanmasına bir örnektir. Takiyye de burada bu anlamda kullanılmış olabilir.
İfadedeki istisna münkatidir, bütünden kopukur. Çünkü kalbî bir sevgi ve dostluk beslemeksizin görünüşte dostluğun belirtilerini sergilemek suretiyle korkudan başkasına yaklaşmak hiçbir şekilde dostluk olarak değerlendirilemez. Çünkü korku ve sevgi, birbirinden tamamen ayrı ve kalpteki etkileri birbirine zıt iki olgudur. Bunların bir arada bulunması mümkün müdür? Şu halde, ayette korkudan dolayı sakınmanın genel hükmün dışında tutulması, münkati (kopuk) istisnaya örnek oluşturur.
Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) rivayet edildiğine göre, bu ayette, "takiyye" yapmaya yönelik bir izin vardır. Ammar, Yasir ve Sümeyye kıssası ile ilgili olarak inen ayet de bu tür bir izin içermektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kim imamından sonra Allah'a karşı inkâra sapıp da -kalbi, imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır." (Nahl, 106)
Kısacası, kitap ve sünnet, genel anlamda takiyyenin caiz olduğunu ortaya koymaktadır. Akıl da bu noktada nasların içerdiği bu hükmü desteklemektedir. Çünkü dinin ve dini koyan zâtın, hakkın üstünlük sağlamasından ve yaşamasından başka bir arzusu olamaz. Kimi zaman takiyye yapmak, din düşmanlarıyla ve hakkın muhalifleriyle hoş geçinmek, dinin çıkarlarının ve hakkın yaşamasının korunmasına yardımcı olabilir ki, tersi bir davranış bu yararları sağlamayabilir. Bunu inkâr etmek büyüklenmekten, işi yokuşa sürmekten başka bir şey değildir. Açıklama bölümünün ardından yeralan rivayetler bölümünde, konuya ilişkin yeterli bilgi sunacağız. Yine: "Kim, imanından sonra Allah'a karşı inkâra sapıp da -kalbi, imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa…" (Nahl, 106) ayetini tefsir ederken de bu konuda detaylı açıklamalarda bulunacağız.
"Allah, sizi kendisinden sakındırır. Dönüş yalnız Allah'adır." Ayetin orijinalinde geçen ve mastarı "tahzir" olan "yuhezziru" kelimesi, "hazr" kökünün "tef'il" kipine uyarlanmış şeklidir ve korkutucu bir şeyden sakınmayı ifade eder. Yüce Allah, kullarını azabından sakındırmıştır: "Şüphesiz, senin Rabbinin azabı korkunçtur." (İsrâ, 57) Yine Resulünü münafıklardan ve kâfirlerin dinden döndürme amaçlı propoganda ve baskılarından sakındırmıştır: "Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan sakın." (Münafikun, 4) "Seni şaşırtmamaları için onlardan sakın." (Mâide, 49)
Yine yüce Allah, mü'minleri kendisinden de sakındırmıştır. Nitekim tefsirini sunduğumuz bu ayette ve sonrasında yeralan iki ayette, yanlızca kendisinden korkulacağına, dolayısıyla bu konuda O'na isyan etmekten kaçınmanın zorunluluğuna işaret etmektedir. Yâni, bu suçu işleyen kimseyle Rabbi arasında, Allah'tan başka korkulması gereken bir şey yoktur ki, suçlu kendisini onunla koruma altına alsın veya ona sığınıp güvencede olsun. Tam tersine, Allah'a karşı hiç kimsenin koruyuculuğu etkili olmaz. Yine suçlu insan ile yüce Allah arasında, bir dostun veya şefaatçinin herhangi bir kötülüğü berteraf etmesi beklentisini haklı çıkaracak bir ilişki tarzı da söz konusu değildir. Dolayısıyla bu ifade, oldukça sert bir tehdit içermektedir. Aynı yerde iki kere tekrarlanmış olması da tehditin şiddetine şiddet katmakta ve ileride işaret edeceğimiz gibi şu iki değerlendirme cümlesi de tehditi pekiştirmektedir: "Dönüş yalnız Allah'adır." ve "Allah, kullarına çok şefkatlidir."
Başka bir açıdan konuya yaklaşacak olursak: Bu ayetin ve mü'-minlerden başkasını dost edinmeyi yasaklayan öteki ayetlerin satır aralarından, böyle bir davranışın insanı kulluk kisvesinden çıkardığı, Allah'ın velayetini, yönetici-yönlendiriciliğini reddetmeyi ifade ettiğini ve dini ifsat ettiği için de insanı Allah düşmanlarının safına soktuğunu algılıyoruz. Kısacası böyle bir davranış, taşkınlık ve dinî düzeni bozmak demektir. Bu ise kâfirlerin küfründen ve müşriklerin şirkinden daha fazla zarar vermektedir dine. Çünkü kendisi açıkta olan ve açıkça düşmanlığını ortaya koyan kimselere karşı, savunma stratejilerini geliştirmek kolaydır. Onlardan rahatlıkla sakınılabilir. Ancak bir dost, bir arkadaş, düşmanlarla yakın ilişki kurduğunda, onların ahlâklarını ve hayat sistemlerini yavaş yavaş kanıksayıp özümsediğinde, kesinlikle kendisini ve dostlarını farkında olmadıkları bir yönden ölümcül bir tehlikeyle burun buruna getirmiş olur. Bu ise, yaşama, varlığını sürdürme ve kalıcı olma imkânı bulunmayan bir helaket demektir.
Diğer bir ifadeyle, mü'minleri bir yana bırakıp, kâfirleri dost edinmek azgınlıktır. Allah'a isyan eden tağutun yaptığı da budur. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Rabbinin Âd kavmine ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi. Ve vadilerde kayaları oyup biçen Semud'a? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece oralarda fesadı yaygınlaştırmışlardı. Bundan dolayı, Rabbin, onların üzerine bir azap kamçısı çarpıverdi. Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir." (Fecr, 6-14)
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, tuğyan ve azgınlık, bu niteliğe sahip insanı öyle bir yola ve gidiş tarzına yöneltir ki, gidip yalnızca yüce Allah'ın bulunduğu bir gözetleme yeriyle burun buruna gelir ve neticede Allah ona öyle muthiş azap kamçısını indirir ki, kimsenin bunu engellemeye gücü yetmez.
Bu anlatılanlardan şu husus açıklığa kavuşuyor: Yüce Allah'ın: "Allah, sizi kendisinden sakındırır." ifadesinde, yönelttiği tehdit ve şiddetli sakındırma, konumun Allah'ın dininin egemenliğine son vermek ve dini ifsat etmekle ilintili olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu söylediklerimizi şu ayetten de algılamak mümkündür: "Öyleyse emrolunduğun gibi doğru ol; seninle beraber tövbe edenlerle de (doğru olsunlar), ve azıtmayın. Çünkü O, yaptıklarınızı görendir. Sakın zulmedenlere dayanmayın. Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz." (Hûd, 112-113) Peygamber Efendimizin (s.a.a) bu ayet hakkında: "Saçlarımı ağarttı." dediği rivayet edilir. Bu iki ayet üzerinde iyice durup düşünenler, kâfirler arasındaki zalimlere dayanıp, eğilim göstermenin tuğyan ve azgınlık olarak değerlendirildiğini göreceklerdir. Bunun kaçınılmaz sonucu da ateşe duçar olmaktır ki, buna karşı yardım edecek kimse de bulunmaz. Bu, belirttiğimiz korunması ve berteraf edilmesi mümkün olmayan ilahi intikamdır.
Buradan hareketle şunu da anlıyoruz: Hiç kuşkusuz: "Allah, sizi kendisinden sakındırır." ifadesi sözkonusu tehditin kaçınılmaz bir şekilde gerçekleşecek olan bir azaba ilişkin olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü sakındırmanın yüce Allah'ın kendisiyle ilintili olarak gündeme getirilmiş olması, hiç kimsenin bu azabı önleyemeyeceğini, yüce Allah'a karşı kimsenin koruyuculuk yapamayacağını gösterir. Nitekim yüce Allah, daha önce de bazı toplulukları azapla tehdit etmişti. Dolayısıyla bu azabın da kesin olarak gerçekleşmesinde hiçbir kuşku kalmaz. Hûd suresindeki ilgili ayette yeralan: "Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz." ifadesi de benzeri durumlara yönelik bir işarettir.
"Dönüş yalnız Allah'adır." ifadesi, Allah'tan kaçıp kurtulmanın, O'nu azaptan alıkoyacak bir gücün bulunmadığını anlatmaktadır. Dolayısıyla önceki tehditi pekiştirici bir nitelik taşımaktadır.
"Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesinler…" diye başlayan ayet ve onu takib eden diğer ayetler, Kur'an'ın vermiş olduğu gaybî haberler içerisinde yer almaktadır. Mâide suresinin tefsirini sunarken, inşallah Kur'an'ın bu olağanüstü ifade tarzı hakkında ayrıntılı bilgi vereceğiz.
"De ki: Sinelerinizde olanı gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir." ayeti, "İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onunla sorguya çeker." (Bakara, 284) ayetine benziyor. Ancak söylendiği gibi "sorguya çekme"den çok "bilme" olgusu gizlilikle ilintili olduğu için, ayette "açığa vurma" durumundan önce "gizleme" durumuna işaret edilmiştir. Bakara suresindeki ayette ise, tam tersi bir durum sözkonusudur. Yâni, "sorguya çekme" olgusu, açığa vurulanla ilintili olduğundan, "gizleme" durumundan önce "açığa vurma" durumu zikredilmiştir.
Yüce Allah bu ayette, Resulüne bu gerçeği -yâni kendi nefislerinde gizledikleri veya açığa vurdukları şeyleri yüce Allah tarafından bilindiği gerçeğini- tebliğ etmesini emrediyor ve önceki ayette olduğu gibi, doğrudan kendisi bu gerçeği direkt ifade etmiyor. Bunun, kendisine tavsiye edilenlere uymayacağı sezilen kişiye doğrudan hitap etmeye tenezzül etmemekten başka bir nedeni yoktur. Nitekim: "Kim böyle yaparsa…" ifadesiyle ilgili olarak da böyle bir duruma işaret etmiştik.
"Göklerde olanı da, yerde olanı da bilir. Allah herşeye güç yetirendir." ifadesi daha önce hakkında açıklamada bulunduğumuz Bakara suresindeki ilgili ayete (ayet 284) benzemektedir.
"Her bir nefsin, hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu ve her ne kötülük işlediyse onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını istediği o günü…" Ayetlerin akışı arasındaki bütünlükten, bu ayetin Peygamberimize (s.a.a) yönelik emri içeren önceki ayetin bütünleyicisi, tamamlayıcısı olarak yer aldığı anlaşılmaktadır. İfadede zarf olarak geçen "yevme=gün" takdir edilmiş bir ifadeyle ilintilidir. Yâni: "O günü hatırla ki…" ya da: "Allah bilir" ifadesiyle ilintilidir. Doğrusu kıyamet gününde bizlerin göreceği sahneleri, yüce Allah'ın bilgisiyle ilintilendirmenin hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü: "yevme=o gün" bizim için açığa çıkması bağlamında yüce Allah'ın bilmesi için bir "zarf" işlevini görür, O'nun tarafından gerçekleştirilmiş olması bağlamında değil. Bu, O'nun egemenliğinin, kudretinin ve gücünün, o gün açığa çıkmasına benzer. Nitekim yüce Allah, konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "O gün, ortaya çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Bir olan, Kahhar olan Allah'ındır." (Mü'minun, 16) "Bugün Allah'tan başka koruyucu yoktur." (Hûd, 43) "O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın olduğunu… bir bilselerdi." (Bakara, 165) "O gün emir yanlızca Allah'ındır." (İnfitar, 19)
Hiç kuşkusuz, egemenlik, kudret, güç ve emir her zaman -kıya-metten önce de, sonra da- Allah'ındır. Özellikle kıyamet günüyle ilintili olarak bu olgulara işaret edilmiş olması, bunların kıyamet günü bizim için açığa çıkacak olmalarından dolayıdır. Artık bunları, biz canlılar hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak nitelikte gözlemleyeceğiz.
Bundan dolayı "zarf"ın yüce Allah'ın "Allah bilir." sözüyle ilinti-lendirilmiş olması, yüce Allah'ın,
bayekurt
 
Mesajlar: 588
Kayıt: 27 Ağu 2014 12:30

Re: tasavvuf: ne yolu

Mesajgönderen bayekurt » 15 Nis 2015 17:18

facebook
twitter
gplus

"Allah, sizi kendisinden sakındırır. Allah, kullarına çok şefkatlidir." Hiç kuşkusuz, ikinci kez sakındırmadan söz edilmesi, konuya verilen önemi ve tehdidin ciddiyetini ortaya koymaktadır. Bu ikinci sakındırmanın, işlenen günahların ahiretteki akıbetlerine -ki ayetin konusu da budur- birinci sakındırmanın da bu günahların sadece dünyadaki veballerine veya hem dünya hem de ahiret sorumluluğuna dönük olması ihtimal dahilindedir.
"Allah, kullarına çok şefkatlidir." ifadesi, yüce Allah'ın kullarına yönelik şefkatini ve acımasını anlatır. Kulluk vasfının öne çıkarılmış olması da bu noktaya yönelik bir vurgu niteliğindedir. Ama aynı zamanda yukarıdaki tehdidi de pekiştirmektedir. Çünkü korkutma ve sakındırma amaçlı anlatımlarda, bu tür ifadelere yer verilmesi, korkuyu pekiştirme ve konuşmacının öğüt vermeyi hedeflediğini, hayır ve ıslahtan başka bir şey istemediğini anlatma amacına yöneliktir. Tıpkı birine şöyle demen gibi: "Sakın şu işi yapmış olarak karşıma çıkma. Çünkü ben, böyle bir şey yapıp da karşıma çıkan kimseye fölerans tanımamaya yemin ettim. Ben bunu, sana acıdığım ve şefkat duyduğum için haber veriyorum."
Dolayısıyla yukarıdaki ifade -Allah doğrusun daha iyi bilir- şu şekilde yorumlanabilir: "Yüce Allah kullarına yönelik şefkatinden dolayı, cezasının çekilmesi kaçınılmaz olan, hiçbir şefaatçinin ve savunmacının en ufak bir etkinlik göstermediği böyle bir günahı işlemeden önce, onları bu tür davranışlardan nehyediyor."
"De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." Daha önce "hübb=sevgi" kavramının anlamı üzerinde durmuş ve bunun gerçek anlamda Allah'a yönelik olabileceği gibi başkasına da yönelik olabileceğini: "İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür." (Bakara, 165) ayetini tefsir ederken vurgulamıştık.
Burada ise, fazladan şunları söylüyoruz: Hiç kuşkusuz, ayetlerde net bir şekilde dile getirildiği gibi, yüce Allah kullarını kendisine iman etmeye ve ihlasla kulluk sunmaya ve şirkten uzak durmaya davet eder. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Haberin olsun; halis olan din yalnızca Al-lah'ındır." (Zümer, 3) "Onlar, dini yalnızca O'na halis kılan hanifler olarak sadece Allah'a kulluk etmekten… başkasıyla emrolunmadı-lar." (Beyyine, 5) "Öyleyse, dini yalnızca O'na halis kılanlar olarak Al-lah'a dua edin; kâfirler hoş görmese de." (Mü'minun, 14) Bunun gibi birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.
Hiç kuşkusuz, ihlas=dini sırf Allah'a özgü kılmak, ancak insan kal-binin -ki bir şeyi ancak kalbi, sevgi ve eğilim sonucu ister veya amaçlar- Allah'tan başka düzmece mabut, matlup, put, eş veya dünyevi bir gaye ve hatta cennete kavuşma ve ateşten kurtulma gibi uhrevi bir hedeften soyutlanması, ilgilenmemesi ile gerçekleşebilir. Kalbin tüm ilgisi, tek mabudu olan Allah'a yönelik olmalıdır. Şu halde, dini sırf Allah'a özgü kılmak Allah'ı sevmekle mümkündür.
Gerçek sevgi, her arayanı aradığına, her dileyeni dileğine bağlayan tek araçtır. Sevgi, seveni sevgiliye doğru çeker, ki onu bulsun ve seven sevgili aracılığıyla eksikliğini tamamlasın. Bir seven için sevgilisinin kendisini sevdiği müjdesinden daha büyük müjde olamaz. İşte bu zaman buluşur iki sevgilinin sevgisi ve buradan başlar âşıkların karşılıklı nazları.
Sözgelimi, insan gıda maddelerini sever ve kendisini onlara yönelik bir çekim alanının içinde bulur. Ki onları bulsun ve açlık dolayısıyla kendisinde meydana gelen eksikliği giderebilsin. Yine insan cinsel birleşmeyi ister. Ki nefsinin buna yönelik beklentisini bulabilsin. Bu yöndeki eksikliğin belirtisi de şehvet duygusudur. Aynı şekilde insan, arkadaşlarıyla buluşmayı da ister. Onu bulmayı ve onunla yakınlık kurmayı arzular. Onu görmediği zamanlar canı sıkılır. Köle efendisini ister ve bazen hizmetçi sahibini kendisine efendi edinir. Ki sahibin sahiplik hakkı ve hizmetlinin de hizmetlilik hakkı doğsun. Eğilim ve sevgi ile ilgili meseleleri incelersen veya değişik aşk hikayelerini okursan, söylediklerimizin ne denli gerçeği yansıttığını görürsün.
Sevgiyi sırf Allah'a özgü kılan kulun tek arzusu, kendisinin Allah'ı sevdiği gibi Allah'ın da onu sevmesi ve yalnızca yüce Allah'ın onun için olmasıdır. İşin gerçek mahiyeti de budur işte. Ancak yüce Allah, Kur'an'da her sevgiyi kendisine yönelik sevgi olarak değerlendirmez. (Sevgi; gerçekte, iki şeyi birbirine bağlayan bir bağdır.) Bu, varlık alemine egemen olan sevgi yasasının da bir gereğidir. Çünkü bir şeyi sevmek, onunla ilgili olan her şeyi sevmeyigerektirir. Onun yanından ve ondan taraf gelen her şeye boyun eğmeyi ve teslim olmayı kaçınılmaz kılar. Yüce Allah ise, tek ve ortaksız ilâhtır. Her şey varlığıyla ilgili her konuda O'na dayanır. O'na varmak için araçlar edinmeye çalışır. Büyük-küçük her şeyin gidişi O'na yöneliktir. Dolayısıyla her şeyin sevgisi de O'na yönelik olmalıdır. İçtenlikle O'na boyun eğmelidir.
Her insan, tevhit dini ve İslam yolu aracılığıyla ve insanın kavrayışı ve algılayışı oranında kulluğu sırf O'na özgü kılmalıdır. Allah katında geçerli olan tek din İslam'dır. Allah'ın mesajını sunanlar, nebiler ve resuller, insanları bu dine davet etmişlerdir. Özellikle İslam dini, Allah'a yönelik ihlaslı bir kulluk sistemini temsil eder ki, bundan öte bir ihlas, bundan net bir dini O'na has kılma esaslı bir sistem bulmak mümkün değildir. İslam dini; yasaların, şeriatların ve nebevi yolların gelip dayandıkları fıtratla örtüşen bir dindir. Peygamberler, bütünüyle bu fıtri çizgide hareket etmişlerdir. Kur'an'ı gereği gibi inceleyen bir kimse, bu söylediklerimizden kuşku duymaz.
Peygamber Efendimiz (s.a.a) izlediği yolu, tevhit yolu ve yüce Allah'ın kendisine emrettiği gibi şirkten berî kulluk çizgisi olarak tanımlamıştır. Yüce Allah bu bağlamda Peygamberimize (s.a.a) şu direktifi vermektedir: "De ki: Bu benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah'a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah'ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim." (Yusuf, 108) Burada Peygamberimizin (s.a.a) yolunun bir basirete, kulluğu sırf Allah'a özgü kılmaya ve şirkten uzak durmaya dayalı olarak Allah'a davet etme olduğu belirtiliyor. Şu halde, onun yolu davet ve şirkten uzak kulluktan ibarettir. Ona tâbi olmak ve onu izlemek bu hususta onun gibi davranmakla mümkündür. Bu, aynı zamanda ona tâbi olanların da niteliğidir.
Bir başka ayette yüce Allah, Resulullah (s.a.a) için bir hayat sistemi olarak yasalaştırdığı şeriatının, bu yolu, yâni davet ve şirkten berî kulluk esaslı yolu temsil ettiğini vurguluyor ve şöyle buyuruyor: "Sonra seni de bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy." (Câsiye, 18) Bunun aynı zamanda Allah'a temsil olmayı da ifade ettiğini bildirir: "Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: "Ben bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a teslim ettim." (Âl-i İmrân, 20) Sonra bunu kendisine nispet ederek onun kendisinin dosdoğru yolu olduğunu belirtiyor: "Bu benim dosdoğru olan yolumdur. Şu halde ona uyun." (En'âm, 153)
Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, İslam=temel bilgilerin, ahlâki kuralların, pratik uygulamaların ve hayat düsturunun toplamından ibaret olarak Peygamberimiz (s.a.a) aracılığıyla yasalaştırılan şeriat, Allah katında şirkten berî kulluk sisteminin adıdır. Bu da sevgiye dayanır, sevgi esasına dayalı olarak yükselir. Demek ki İslam, ihlas dinidir. Diğer bir ifadeyle sevgi dinidir.
Yaptığımız bu uzun açıklamalarla, tefsirini sunduğumuz: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin" ayetinin anlamı belirginleşiyor. Buna göre -Allah doğrusunu daha iyi bilir- kastedilen anlam şudur: "Eğer siz gerçek sevgiye dayalı ibadetlerinizi sırf Allah'a özgü kılmak istiyorsanız, ihlas ve İslam olarak tezahür eden sevgiye dayalı olan şu şeriata uyun. Bu, kişiyi Allah'a ulaştıran dosdoğru yoldur. Eğer özelliği bu olan yolumda bana uyarsanız, Allah da sizi sever. Hiç kuşkusuz bu, bir seven için en büyük müjdedir. O zaman dilediğinize kavuşursunuz. Bir seven, sevgisi aracılığıyla ancak böyle bir şeyi arzu eder." Ayeti mutlak olarak ele aldığımız zaman böyle bir sonuç elde ediyoruz.
Ayetin kâfirleri dost edinmeyi yasaklayan ayetlerden sonra yer almış olmasını göz önünde bulundurup, onu kendisinden önceki ayetlerle bağlantılı olarak ele aldığımız zaman, şöyle bir sonuç çıkıyor karşımıza: Bir yerde dostluk meydana geldi mi daha önce söylediğimiz gibi buna bağlı olarak kişi ile dost edindiği arasında bir sevgi bağı oluşur. Önceki ayet, muhatapları, Allah'ı veli edindiklerine, onun hizbinin saflarında yer aldıklarına ilişkin iddialarında doğru iseler, bunu Peygambere (s.a.a) tâbi olmakla somut olarak ifade etmeye çağırmıştı. Çünkü Allah'ı veli edinmekle kâfirlerin hevalarına uymak bir arada olmaz. (Dost ve veli edinmek de ancak tâbi olmakla olur.)
Allah'ı dost edinen kimsenin, kâfirlerin sahip oldukları dünyanın baştan çıkarıcı, çekici süslerine kapılarak onların tutkulu ihtiraslarının peşinden gitmesi düşünülemez. Tam tersine böyle biri Allah'ın Peygamberi (s.a.a) tarafından pratize edilen dine tâbi olmaya muhtaçtır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Sonra seni de bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevalarına uyma. Çünkü onlar, Allah'tan hiçbir şeyi senden savamazlar. Şüphesiz zalimler, birbirlerinin velisidirler. Allah ise, muttakilerin velisidir." (Câsiye, 18-19) İkinci ayette, tâbi olma anlamından veli edinme ve dostluk kurma anlamına doğru gerçekleştirilen geçişe dikkat ediniz!
Buna göre, Allah'ı sevip dost edindiğini söyleyen bir kimsenin Resule (s.a.a) tâbi olması gerekir. Ta ki bu sevgisi Allah'ın da onu sevip dost edinmesiyle sonuçlansın. Dolayısıyla sevgi, dost edinmenin esasını, temelini oluşturduğu için, tefsirini sunduğumuz ayette ancak Allah'ın sevgisinden söz edilmiş, veli edinilmesine yer verilmemiştir. Yine, Resulullah'a (s.a.a) ve mü'minlere olan sevginin gerçekte Allah'a dönük olmasından dolayı da ayette yalnızca Allah'ın sevgisine işaretle yetinilmiştir.
"Ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayandır, esirgeyendir." Allah'ın geniş rahmeti ve onun katındaki maddi ve manevi bağışları sonsuzdur. Bunlar kulların içinde bir şahsa veya bir zümreye özgü değildir. Burada ilahî bağışın mutlaklığını sınırlandıracak bir istisnaya da yer verilmemiştir. Bu rahmeti ve ilahî bağışı durduracak tek şey, kişinin buna layık olmaması ve bu yönde kötü bir tercihte bulunmasıdır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Rabbinin ihsanı kesilmiş değildir." (İsrâ, 20)
Günah, Allah katındaki yakınlık ve bunun sonuçları olan cennet ve içindeki nimetler gibi onur verici nimetlere erişmeyi engelleyici bir unsurdur. Bilakis, insan kalbinin üzerindeki günah tortularının giderilmesi, günahların bağışlanması ve üzerinin örtülmesi ise, mutluluk kapısını açan ve insanı onur verici bir yurda kavuşturan tek anahtardır. Bu yüzden: "Allah da sizi sevsin." sözünden hemen sonra: "ve günahlarınızı bağışlasın." ifadesine yer verilmiştir. Çünkü yukarıda da söylediğimiz gibi sevgi, seveni sevgiliye çeker. Kulun Rabbine yönelik sevgisi de O'na yaklaşmayı, ibadeti O'na özgü kılmayı ve sadece O'na tapmayı gerektirdiği gibi, yüce Allah'ın da kulunu sevmesini, kula yakın olmasını, uzaklaştıran perdeleri kaldırmasını, gayb örtülerini aralamasını gerektirir. Günahtan başka da perde olmadığına göre, günahların bağışlanması gerekir. Bundan sonraki onur verici nimetler, bağışlar ve kerametler, az önce işaret ettiğimiz gibi Allah'ın ihsan etmesiyle, lütufta bulunmasıyla gerçekleşir.
"Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur. Hayır; gerçekten onlar, Rablerinden perdelenmişlerdir." (Mütaffifin, 14-15) ayetler tefsirini sunduğumuz: "Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." ayetindeki ifadeyle birlikte incelendiği zaman, bizim söylediklerimizin haklılığı net bir şekilde anlaşılacaktır.
"De ki: "Allah'a ve Resulüne itaat edin." Bundan önceki ayette, muhataplar Resule tâbi olmaya çağırılmışlardı. Tâbi olmaksa, birinin izinden gitmek demektir. Ama bu da tâbi olunan kişinin bir yolu izliyor olması ile mümkün olabilecek bir durumdur. Peygamber Efendimizin (s.a.a) izlediği yol, Allah'ın dosdoğru yolu ve Peygamberi aracılığıyla egemen kıldığı şeriatıdır. Ki insanların buna uymaları zorunluluktur. Bundan dolayı, şu anda tefsirini sunduğumuz bu ayette Peygambere (s.a.a) uymanın anlamı, bir kez daha, bu sefer "itaat" kalıbı içinde vurgulanmıştır. Bununla verilen mesaj şudur: Peygamberin de izlediği ihlas (ibadeti sırf Allah'a yönelik olarak yerine getirmek) yolu, özü itibariyle emirler, yasaklar, davetler ve yol gösterici irşatlar toplamından ibarettir.
Dolayısıyla, yolundan gitmek suretiyle Peygambere uymak, yasalaştırılıp egemen kılınan şeriat bağlamında Allah'a ve Resule itaat etmek demektir. Resul ile birlikte ulu Allah'ın zikredilmesi, işin özü itibariyle aynı olduğunu vurgulamak içindir. Ve yüce Allah ile birlikte Resulden söz edilmesi de konunun ona tâbi olmayla ilintili olmasından dolayıdır. Dolayısıyla bazılarının: "Ayette kastedilen anlam şudur: "Ki-taba uymak suretiyle Allah'a, sünnete uymak suretiyle de Resule itaat edin." şeklindeki yorumları yanlıştır.
Çünkü böyle bir yaklaşım: "De ki: Allah'a ve elçisine itaat edin." ifadesinin: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun." ifadesini açıkladığı gerçeğiyle bağdaşmaz. Ayrıca ayet, Allah'a itaat etmekle Resule itaat etmenin aynı şey olduğunu vurgulamaktadır. Bu yüzden tekrara gerek duyulmamıştır. Eğer Allah'a itaat ile Peygambere itaat farklı olgular olsaydı, uygun olanı şöyle bir ifadenin kullanılmış olmasıydı: "Allah'a itaat edin ve Resule itaat edin." Tıpkı: "Allah'a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de." (Nisâ, 59) ayetinde olduğu gibi. Ki vurguladığımız husus gayet açıktır.
Biliniz ki: İfadenin mutlaklığı ve objektif ortama uygunluğu bağlamında bu ayet hakkındaki değerlendirme, önceki ayete ilişkin değerlendirmeden farklı değildir.
"Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez." Bu ayet, yukarıdaki emre uymayıp yüzünü çeviren kimselerin kâfir olduklarını gösterir. Kâfirleri dost edinmeyi yasaklayan diğer ayetlerden de bunu algılamak mümkündür. Burada aynı zamanda bu ayetin önceki ayetin açıklayıcısı konumunda olduğuna yönelik bir işaret de algılıyoruz. Çünkü ayet, kâfirlere yönelik sevgiyi, Allah'a ve Peygambere itaati emretmek suretiyle olumsuzluyor. İlk ayette ise, Peygambere tâbi olmaya ilişkin emre uyan mü'minleri sevmenin gereği vurgulanıyor. Ayetler arasındaki bağlantıyı bu şekilde kurup anlamak gerekir.
Tefsirini sunduğumuz bu ayetlere ilişkin olarak yukarıda yer alan açıklamalardan sırasıyla şu hususlar belirginleşiyor:
a) Takiyye yapmaya genel anlamda izin verilmiştir.
b) Kâfirleri dost edinmenin ve Allah'ın bu husustaki yasaklamasına uymamanın cezalandırılmağa yol açtığı ve bunun kesin olarak yasaklandığı açıktır. Bu, yüce Allah'ın kesin, değişmez hükümlerindendir.
c) İlahî şeriat, sırf Allah'a kulluk sunmanın somut şeklidir. Sırf Allah'a kulluk sunmak da Allah'ı sevmenin pratik ifadesidir. Diğer bir ifadeyle: İlahi bilgilerin, ahlâki prensiplerin ve olanca genişliği ve sonsuz ayrıntılarıyla pratik hükümlerin toplamından ibaret olan din, tahlil ve çözümleme sonucu, ihlâstan başka bir şeyi ifade etmez. Bununla insanın özünü, özünün niteliklerini (yâni ahlâkını), özünün amellerini ve fiillerini tek ve Kahhar olan Allah'a dönük kılmasını kastediyoruz. Sözünü ettiğimiz bu ihlas ise, yalnızca sevgiye dayanır. Nitekim din, başka bir perspektiften teslimiyete, teslimiyet de tevhide dayalı olarak biçimlenir.
d) Kâfirleri dost edinmek küfürdür. Ama zekat vermeyenin ve namazı terk edenin küfrü gibi ayrıntılara ilişkin bir küfürdür. Temel prensiplerle ilgili değil. Daha önce söylediğimiz gibi, kâfirleri dost edinen insanın küfrü, bu dostluğun neden olduğu ifsattan da kaynaklanıyor olabilir. Yâni, kâfirlerle dostluk kurmak, insanı sonunda küfre sürükleyebilir. Mâide suresinin tefsirini sunarken daha ayrıntılı bilgiler sunacağız.
bayekurt
 
Mesajlar: 588
Kayıt: 27 Ağu 2014 12:30

Re: tasavvuf: ne yolu

Mesajgönderen bayekurt » 15 Nis 2015 17:25

facebook
twitter
gplus

186. AYET
-
Ayetin Açıklaması
Kul­la­rım Be­ni sa­na so­ra­cak olur­sa, mu­hak­kak ki ben pek ya­kı­nım. Ba­na dua et­ti­ği za­man dua ede­nin du­a­sı­na ce­vap ve­ri­rim.
İçer­di­ği an­la­mı en gü­zel bir şe­kil­de, en in­ce ve da­kik bir üs­lup­la di­le ge­ti­ren çar­pı­cı bir ifa­de­dir. Bu ifa­de­de, te­kil şa­hıs kul­la­nı­mı esas alın­mış­tır; gayp sıyga­sı­na ve ço­ğul za­mir­le­re baş­vu­rul­ma­mış­tır. Bu, me­se­le­ye ne ka­dar önem ve­ril­di­ği­ni gös­te­rir. Son­ra, "in­san­lar" vb. ye­ri­ne "Kul­la­rım" şek­lin­de bir ifa­de­nin kul­la­nıl­mış ol­ma­sı, me­se­le­ye gös­te­ri­len öze­nin faz­la­lı­ğı­nın bir gös­ter­ge­si­dir. Ve yi­ne "On­la­ra de ki: Ben ya­kı­nım." şek­lin­de bir ifa­de kul­la­nıl­ma­yıp, ara­da­ki ara­cı kal­dı­rı­la­rak doğ­ru­dan "Ben ya­kı­nım" de­nil­me­si, tekit eda­tı ola­rak "in­ne (=mu-hak­kak ki)" har­fi­nin kul­la­nıl­ma­sı, ya­kın­lı­ğın sü­rek­li­li­ği­ne de­la­let et­sin di­ye fi­il (ya­kın olu­rum) ye­ri­ne, sı­fat (ya­kı­nım) ter­cih edil­me­si, ay­rı­ca du­a­ya ce­vap ver­me ol­gu­su­nun sü­rek­li­li­ği­ne işa­ret et­me­si için mu­za­ri fi­i­li­nin kul­la­nıl­mış ol­ma­sı, son­ra "Dua ede­nin du­a­sı­na ce­vap ve­ri­rim." sö­zü­nün "Ba­na dua et­ti­ği za­man" sö­zü ile ka­yıt­lan­dı­rıl­ma­sı -ki, bu ka­yıt, "dua ede­nin du­a­sı­na" be­lir­gin­lik ka­zan­dır­mak­tan baş­ka bir şey kat­mı­yor. Ve tıp­kı, "Ba­na dua edin, si­ze ica­bet ede­yim." (Mü'min, 60) aye­tin­de ol­du­ğu gi­bi, dua ede­nin du­a­sı­nın ka­yıt­sız ve şart­sız ola­rak ka­bul edi­le­ce­ği­ni gös­te­ri­yor...- evet yu­ka­rı­da de­ğin­di­ği­miz bu ye­di ay­rın­tı, du­a­nın ka­bu­lü­ne ve­ri­len öne­mi, dua ol­gu­su­na gös­te­ri­len öze­ni yan­sıt­mak­ta­dır. Ay­rı­ca ayet-i ke­ri­me­de -on­ca kı­sa­lı­ğı­na rağ­men- bi­rinci te­kil şa­hıs (mü­te­kel­lim) za­mi­ri ye­di kez tek­rar­lan­mış­tır. Bu ayet-i ke­ri­me, bu ni­te­li­ğiy­le Kur'ân-ı Ke­rim'de tek­tir.
"ed-Dua" ve "ed-da­ve" (ça­ğır­ma ve dua et­me) mastar­la­rı, çağ­rı­la-nın na­za­rı­nı ça­ğı­ra­na yö­nelt­me an­la­mı­nı ifa­de eder. "es-Su­al" (=is­te­me) ise, is­te­nen­den bir ya­rar ve­ya faz­la ha­yır sağ­la­mak de­mek­tir. Böy­le­ce is­te­ne­nin na­za­rı­nın is­te­ye­ne yö­nel­til­me­si­nin ar­dın­dan is­te­ye­nin ih­ti­ya­cı gi­de­ril­miş olur. Do­la­yı­sıy­la is­te­me, du­a­nın ama­cı ve he­de­fi ko­nu­mun­da­dır. Bu an­lam, is­tek söz ko­nu­su olan her­ yer ve her or­tam için ge­çer­li­dir. Ce­ha­le­ti gi­de­rip bil­gi sa­hi­bi olmak için sor­ma, he­sap an­la­mın­da so­ru ve faz­la bir ya­rar el­de et­me vb. amaç­lı so­ru gi­bi.
Da­ha ön­ce de de­ğin­di­ği­miz gi­bi, kul­luk bi­ri­nin mül­kü ol­ma du­ru­mu­na de­nir. Ama bu, her mül­ki­yet için ge­çer­li bir ta­nım de­ğil­dir. Sa­de­ce in­sa­nın mülk olu­şu­nu ifa­de eder. (Öy­ley­se hay­va­na, sa­hi­bi­nin ku­lu­dur de­nil­mez) Şu hâlde kul, in­san ya da akıl ve bi­linç sa­hi­bi her can­lı için kul­la­nı­lan bir ta­nım­dır. Böy­le­ce bu kav­ram Al­lah'a nis­pet ve­ril­di­ğin­de yü­ce Al­lah'a yö­ne­lik mül­ki­yet ni­te­lik­li men­su­bi­ye­ti ifa­de eder.
Yü­ce Al­lah'ın mül­kü, baş­ka­la­rı­nın mül­kün­den çok fark­lı­dır. Bu, id­dia ile ha­ki­ka­tin, ger­çek ile me­ca­zın fark­lı­lı­ğı gi­bi­dir. Çün­kü yü­ce Al­lah kul­la­rı üze­rin­de sı­nır­sız ve ku­şa­tı­cı bir ma­lik­li­ğe sa­hip­tir. Kul­lar ne ken­di ki­şi­lik­le­ri ne de ken­di ki­şi­lik­le­ri­ne tâbi ni­te­lik­ler ve fi­il­ler, ne ken­di­le­ri­ne nis­pet edi­len eş­ler, evlât­lar, mal­lar ve ma­kam­lar ba­kı­mın­dan bu ku­şa­tı­cı ma­lik­li­ğin kap­sa­mı­nın dı­şı­na çı­ka­maz­lar. Do­la­yı­sıy­la kul­la­rın her­han­gi bir şe­kil­de ken­di­le­ri­ne iza­fe edi­len ve ma­lik ol­duk­la­rı ka­bul edi­len her çe­şit, ör­ne­ğin ha­ki­ki ve ta­bii mül­kü sa­yı­lan "ken­di­si, be­de­ni, ku­la­ğı, gö­zü, fi­i­li ve ese­ri" gi­bi ve gö­re­ce­li ve itibarî mül­kü de­ni­len "eşi, ma­lı, ma­ka­mı ve hak­kı" gi­bi bü­tün her­ şe­ye an­cak Al­lah'ın iz­ni ile sa­hip ol­muş­lar­dır. İlâhî izin on­lar­la sa­hip ol­duk­la­rı şey­ler ara­sın­da­ki nispe­tin ka­lı­cı­lı­ğı­nı onay­la­dık­ça bu var ola­bi­lir. Şu hâlde on­la­rı ma­lik kı­lan ilâhî izin­dir. Ki­şi­lik­le­ri­ni ve ci­sim­le­ri­ni ken­di­le­ri­ne iza­fe eden ulu Al­lah'tır. Eğer O, di­le­me­sey­di, bü­tün bun­lar baş­tan iti­ba­ren ol­maz­lar­dı. Kul­la­rı ku­lak, göz ve kalp sa­hi­bi ya­pan O'dur. Her şe­yi ya­ra­tan ve her şe­yi bir öl­çü da­hi­lin­de ta­sar­la­yan O'dur.
Yü­ce Al­lah ki­şi ile nef­si ara­sı­na gi­rer. Ki­şi­ye nef­sin­den da­ha ya­kın­dır. Ona, ço­cuk, eş, ar­ka­daş, mal, mev­ki ve hak gi­bi ya­kı­nı ola­rak bil­di­ği şey­ler­den da­ha ya­kın­dır. O, ya­rat­tı­ğı var­lık­la­ra, ak­la ge­le­bi­le­cek her şey­den da­ha ya­kın­dır. Kı­sa­ca­sı O, mut­lak ola­rak ya­kın­dır, ya­kın­lı­ğı­na bir sı­nır ko­nu­la­maz. Ni­te­kim ulu Al­lah şöy­le bu­yu­ru­yor: "Biz ona siz­den da­ha ya­kı­nız; an­cak siz gör­mez­si­niz." (Vâkıa, 85) "Biz ona şah­da­ma­rın­dan da­ha ya­kı­nız." (Kaf, 16) "Al­lah, ki­şi ile kal­bi ara­sı­na gi­rer." (Enfâl, 24) Kalp'ten mak­sat, ki­şi­nin olup bi­ten­le­ri, eş­ya ve olay­la­rı al­gı­la­yan nef­si­dir.
Kı­sa­ca­sı yü­ce Al­lah'ın kul­la­rı üze­rin­de­ki sa­hip­li­ği­nin ger­çek bir sa­hip­lik ve in­san­la­rın da O'nun kul­la­rı ol­ma­la­rı, yü­ce Al­lah'ın ken­di­le­ri­ne mut­lak ola­rak ve bir kar­şı­laş­tır­ma ya­pı­la­cak olur­sa her şey­den da­ha ya­kın ol­ma­sı­nı ge­rek­ti­rir. Hiç bir et­ken ve en­gel söz ko­nu­su ol­mak­sı­zın di­le­di­ği gi­bi ta­sar­ruf et­me­yi ge­rek­ti­ren bu mut­lak sa­hip­lik; yü­ce Al­lah'ın kul­la­rın­dan her­han­gi bi­ri­nin du­a­sı­na ce­vap ve­re­bi­lir, ba­ğış ve ta­sar­ruf­ta bu­lun­mak su­re­tiy­le arz ettiği ih­ti­ya­cı­nı gi­de­re­bi­lir ol­ma­sı­nı ge­rek­ti­rir. Çün­kü mülk ge­nel­dir, kap­sa­yı­cı­dır. İlâhî ege­men­lik, oto­ri­te ve ku­şa­tı­cı­lık tüm tak­dir­le­re dam­ga­sı­nı vur­muş­tur. Bir has du­rum­la sı­nır­lan­dır­ma söz­ ko­nu­su de­ğil­dir. Ya­hu­di­le­rin id­di­a­sı­nın tam ter­si­ne. Çün­kü on­la­ra gö­re; yü­ce Al­lah var­lık­la­rı ya­rat­mış, ka­der­le­ri be­lir­le­miş, böy­le­ce mis­yo­nu­nu ta­mam­la­mış­tır.
Ar­tık ken­di­si­nin bir se­bep so­nuç zo­run­lu­lu­ğu hâlinde yer­leş­tir­di­ği ka­za ve ön­ta­sa­rı­mın yü­rür­lü­ğe gir­me­si ile, ye­ni ta­sar­ruf diz­gi­ni O'nun elin­den çık­mış­tır. Ar­tık nesih (bir hük­mü kal­dır­ma, bir hük­mü yü­rür­lü­ğe koy­ma) ve bedâ söz­ ko­nu­su de­ğil­dir. Du­a­la­ra ica­bet et­mez. Çün­kü iş O'nun elin­den çık­mış­tır. Ve yi­ne bu üm­met­ten bir gru­bun gö­rü­şü­nün tam ak­si­ne. On­la­ra gö­re; kul­la­rın fi­il­le­ri­ni Al­lah ya­rat­maz. Bu son gö­rü­şü di­le ge­ti­ren ka­de­ri­ye gru­bu­nu, Re­su­lul­lah efen­di­miz, hem Şia, hem Ehlisünnet ka­nal­la­rın­ca ri­va­yet edi­len bir ha­dis­te "Bu üm­me­tin Mecusileri" olarak ni­te­le­miş­tir. İş­te bu iki gö­rüş de doğ­ru de­ğil­dir.[1]
Mülk mut­lak ola­rak Al­lah'ın­dır. Hiç kim­se, O'nun sa­hip kıl­ma­sı dı­şın­da bir şe­ye sa­hip ola­maz. O di­le­di­ği şe­yi bi­ri­nin mül­kü kı­lar. Bir şe­yin mey­da­na gel­me­si­ne izin ve­rir­se, mey­da­na ge­lir. Di­le­me­di­ği, sa­hip kıl­ma­dı­ğı ve izin ver­me­di­ği şey, hiç bir şe­kil­de mey­da­na gel­mez. Bu uğur­da ne ka­dar ça­ba sar­f e­di­lir­se edil­sin. Ni­te­kim ulu Al­lah şöy­le bu­yu­ru­yor: "Ey in­san­lar, siz Al­lah'a muh­taç­lar­sı­nız; Al­lah ise zen­gin­dir." (Fâtır, 15)
Böy­le­ce an­la­şı­lı­yor ki: "Kul­la­rım Be­ni sa­na so­ra­cak olur­sa, mu­hak­kak ki Ben pek ya­kı­nım. Ba­na dua et­ti­ği za­man dua ede­nin du­a­sı­na ce­vap ve­ri­rim." ifa­de­si, du­a­la­rı ka­bul et­me­ye iliş­kin bir hük­mü içer­di­ği gi­bi, bu hük­mün ge­rek­çe­le­ri­ni de içer­mek­te­dir. Bu­na gö­re, dua eden­le­rin Al­lah-u Te­â­la'nın kul­la­rı ol­ma­la­rı, Al­lah'ın on­la­ra ya­kın ol­ma­sı­nı ge­rek­ti­rir. Ya­kın ol­ma­sı da mut­lak ola­rak du­a­la­rı­nı ka­bul et­me­si­ni ge­rek­ti­rir. Ka­bu­lün mut­lak­lı­ğı ve ka­yıt­sız olu­şu ise, du­a­nın mut­lak­lı­ğı­nı ve sı­nır­sız olu­şu­nu ge­rek­ti­ren bir ol­gu­dur. Şu hâlde O'na yö­nel­ti­len her du­a­yı, O ka­bul eder.
An­cak bu ko­nu­da, bir hu­su­sa dik­kat edil­me­li­dir. O da şu ki: Yü­ce Al­lah "Dua ede­nin du­a­sı­na ce­vap ve­ri­rim." sö­zü­nü "Ba­na dua et­ti­ği za­man" sö­zü ile ka­yıt­lan­dır­mış­tır. Bu ka­yıt, mukayyet olan şe­yin özü­ne bir kat­kı­da bu­lun­mu­yor. Sa­de­ce ger­çek ol­ma şar­tı­nı ge­ti­ri­yor. Me­caz ola­rak dua de­nil­me­si­nin ve sa­de­ce du­a­nın şek­li­ne ben­zer ol­ma­sı­nın ye­ter­siz­li­ği­ni ön­gö­rü­yor. Çün­kü bi­ri­ne "Sa­na öğüt ver­di­ği za­man öğüt ve­re­nin sö­zü­ne ku­lak ver" ve­ya "Alim ol­du­ğu za­man ali­me say­gı gös­ter." de­di­ği­miz za­man, bu sö­zü­müz işa­ret edi­len ki­şi­nin ger­çek­ten o sı­fa­ta sa­hip ol­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni ifa­de eder. Bu­na gö­re, öğüt ve­ren ki­şi söz­le­ri ile öğüt ver­me­yi amaç­la­dı­ğı za­man, onun söz­le­ri­ne ku­lak ver­mek ge­re­kir. Alim de ger­çek­ten ilim sa­hi­bi ise bil­dik­le­ri ile amel edi­yor­sa, ona say­gı gös­ter­mek bir zo­run­lu­luk­tur.
Şu hâlde "Ba­na dua et­ti­ği za­man" ifa­de­si, ica­be­te iliş­kin mut­lak vaadin an­cak dua ede­nin ger­çek­ten dua et­me­si, fıtrî bil­gi ve iç­gü­dü­sel aşi­na­lık ara­cı­lı­ğı ile is­te­me­si ve di­lin kalp­le bir­lik­te­li­ği ve uyum içe­ri­sin­de ol­ma­sıy­la ger­çek­le­şe­ce­ği­ne de­la­let et­mek­te­dir. Çün­kü dua ve di­le­ğin ger­çek­li­ği­ni kal­bin ta­şı­dı­ğı ni­yet ve fıt­ra­tı­nın ifa­de et­ti­ği amaç tem­sil et­mek­te­dir. Bu, ko­nuş­ma li­sa­nı ile ifa­de­si­ni bu­lan­dan apay­rı bir şey­dir. Ko­nuş­ma li­sa­nı­nı na­sıl is­ter­sen öy­le çe­vi­rir­sin: Ya­lan söy­le­tir­sin, doğ­ru söy­le­tir­sin, ger­çek söy­le­tir­sin, cid­di söy­le­tir­sin, me­caz söy­le­tir­sin, şa­ka söy­le­tir­sin. Bü­tün bun­lar se­nin elin­de­dir ve için­de­ki ger­çek ni­ye­ti­ni ifa­de et­me­ye­bi­lir­ler.
Bu yüz­den, yü­ce Al­lah'ın ko­nuş­ma di­li­nin bir et­kin­li­ği­nin söz­ konu­su ol­ma­dı­ğı ala­na iliş­kin te­men­ni­yi "is­te­me" ola­rak ni­te­le­miş ol­du­ğu­nu gö­rü­yo­ruz: "Si­ze her is­te­di­ği­niz şe­yi ver­di. Eğer Al­lah'ın ni­me­ti­ni say­ma­ya kal­kı­şır­sa­nız, onu sa­yıp bi­tir­me­ye güç ye­ti­re­mez­si­niz. Ger­çek şu ki, in­san pek za­lim­dir, pek nan­kör­dür." (İb­ra­him, 34) Bu­na gö­re in­san­lar sa­yıp bi­ti­re­me­dik­le­ri ni­met­le­ri is­te­me du­ru­mun­da­dır­lar. Şu hâlde bu is­te­me "dil" de­di­ği­miz or­gan ara­cı­lı­ğı ile ger­çek­leş­me­miş­tir. Tam ter­si­ne bu, muh­taç­lık li­sa­nı­nı fıt­ra­ten ve va­ro­luş­sal ola­rak ha­k et-me­nin ifa­de et­ti­ği bir is­tek­tir. Ni­te­kim ulu Al­lah bir baş­ka ayet­te şöyle bu­yu­ru­yor: "Gök­te ve yer­de olan ne var­sa O'ndan is­ter. O, her gün bir iş­te­dir." (Rah­mân, 29) Bu aye­tin ko­nu­mu­za ka­nıt oluş­tur­ma­sı son de­re­ce açık ve be­lir­gin­dir.
Şu hâlde, in­sa­nın öz ­ya­ra­tı­lı­şı­nın (fıt­rat) li­sa­nıy­la yü­ce Al­lah'tan is­te­di­ği bir şey, ke­sin­lik­le kar­şı­lı­ğı­nı bu­lur. Öy­ley­se dua ka­bul gör­mü­yor­sa, kar­şı­lı­ğı­nı al­mı­yor­sa, on­da iki şey­den bi­ri­si ek­sik­tir de­mek­tir. Bun­lar da "Ba­na dua et­ti­ği za­man dua ede­nin du­a­sı­nı..." sö­zün­de açık­lan­mış­tır.
Eğer or­ta­da ka­bul gör­me­yen bir dua var­sa, bu du­rum­da, ya ger­çek­ten tam ma­na­sıy­la dua ger­çek­leş­me­miş ve dua eden ki­şi­nin bir tür ka­rış­tır­ma­sı söz ­ko­nu­su­dur. Ör­ne­ğin ol­ma­yan bir şe­yi is­te­yen ve bu­nu da bil­me­yen ve­ya­hut işin iç­yü­zü­nün far­kı­na va­ra­cak olur­sa, bu­nu ke­sin­lik­le is­te­me­ye­cek olan in­san­lar gi­bi. Ör­ne­ğin has­ta­nın şi­fa bul­ma­sı­nı is­ter ama bu­nun ölü­nün di­ril­me­si­ni is­te­mek ol­du­ğu­nu bil­mez. An­cak pey­gam­ber­le­rin dua et­ti­ği gi­bi, onun da gü­cü yet­sey­di, ölü­nün di­ril­me­si için dua et­sey­di has­ta ye­ni­den ha­yat ka­za­nır­dı. An­cak in­sa­nın böy­le bir ümi­di yok­tur. Ya­hut bir in­san, iç­yü­zü­nü öğ­ren­me­si du­ru­mun­da ke­sin­lik­le is­te­me­ye­ce­ği bir şey is­ter ama bu is­te­ği ka­bul edil­mez.
Veyahut da is­tek tam ma­na­sıy­la ger­çek­le­şir ama is­tek tek ba­şı­na Al­lah'a yö­nel­til­mez. Ör­ne­ğin her­han­gi bir in­san, yü­ce Al­lah'tan ih­ti­yaç duy­du­ğu bir şe­yi is­ter. Ama kal­bi nor­mal se­bep­le­re ta­kı­lı­dır. Ve­ya bu me­se­le­sin­de ba­zı mev­hum güç­le­rin ken­di­si­ne ye­ter­li ola­bi­le­cek­le­ri­ni ya­hut işin­de et­kin­lik­le­ri­nin söz ­ko­nu­su ola­ca­ğı­nı san­mak­ta­dır. Do­la­yı­sıy­la du­a­yı sırf yü­ce Al­lah'a öz­gü kıl­ma­mak­ta ve ger­çek­ten O'ndan is­te­me­mek­te­dir. Du­a­la­rı ka­bul eden Al­lah, öy­le bir Al­lah'tır ki işin­de ve oto­ri­te­sin­de or­tak ka­bul et­mez. O, se­bep­le­rin ve­ya mev­hum güç­le­rin or­tak­lı­ğı ve des­te­ği ile ha­re­ket et­mez. Şu hâlde dua edip Al­lah'tan bir ta­kım şey­ler is­te­yen bu iki grup, dil­le­ri du­a­yı Al­lah'a öz­gü kıl­sa da, kalp­le­ri du­a­yı sırf Al­lah'a yö­nelt­miş de­ğil­dir.
Ayet-i ke­ri­me­nin ışı­ğı al­tın­da dua hak­kın­da ya­pı­la­bi­le­cek açık­la­ma­nın öze­ti bu idi. Bu açık­la­ma ile dua ko­nu­su­nu ele alan di­ğer ayet­le­rin an­lam­la­rı da böy­le­ce açık­lı­ğa ka­vuş­muş olu­yor: "De ki: Si­zin du­a­nız ol­ma­say­dı, Rab­bi­niz si­ze de­ğer ve­rir miy­di?" (Fur­kan, 77) "De ki: Dü­şün­dü­nüz mü hiç; eğer si­ze Al­lah'ın aza­bı ge­lir­se ya da kı­ya­met sa­a­ti ge­lip ça­tar­sa, Al­lah'tan baş­ka­sı­nı mı ça­ğı­ra­cak­sı­nız. Eğer doğ­ru söz­lü ise­niz...Ha­yır, yal­nız­ca O'nu ça­ğı­rır­sı­nız, di­ler­se ken­di­si ça­ğır­dı­ğı­nız şe­yi gi­de­rir ve şirk koş­mak­ta ol­duk­la­rı­nı­zı unu­tur­su­nuz." (En'âm 40-41) "De ki: Si­zi ka­ra­nın ve de­ni­zin ka­ran­lık­la­rın­dan kim kur­tar­mak­ta­dır ki, siz giz­li­den giz­li­ye O'na yal­va­ra­rak dua et­mek­te­si­niz. An­dol­sun, bi­zi bun­dan kur­ta­rır­san, ger­çek­ten şük­re­den­ler­den olu­ruz. "De ki: On­dan ve her tür­lü sı­kın­tı­dan si­zi Al­lah kur­tar­mak­ta­dır. Son­ra siz yi­ne şirk koş­mak­tası­nız." (En'âm, 63-64)
Bu ayet­ler, in­sa­nın iç­gü­dü­sel ola­rak dua et­ti­ği­ni, fıt­ra­tın li­sa­nı ile Rab­bin­den is­te­di­ği­ni gös­ter­mek­te­dir. An­cak in­san re­fah ve kon­for için­de bir ha­yat sür­dür­dü­ğü za­man nef­si, se­bep­le­re ta­kı­lır, on­la­rı Rab­bi­ne or­tak ko­şar. Bu yüz­den me­se­le onun açı­sın­dan ber­rak­lı­ğı­nı ve an­la­şı­lır­lı­ğı­nı yi­ti­rir. Ka­fa­sı ka­rı­şır. Rab­bi­ne dua et­me­di­ği­ni, O'ndan bir şey is­te­me­di­ği­ni id­dia eder. Oy­sa ki Rab­bin­den baş­ka­sın­dan hiç bir şey is­te­me­mek­te­dir. Çün­kü in­san bir fıt­rat, ta­sar­lan­mış ve ra­yı­na ko­nul­muş bir öz ya­ra­tı­lış üze­re­dir. Al­lah'ın ya­rat­ma ya­sa­sın­da bir de­ği­şik­lik ol­maz. Şid­det baş gös­ter­di­ğin­de ve se­bep­ler bi­rer bi­rer et­kin­lik­le­ri­ni yi­tir­dik­le­rin­de ve Al­lah'ın or­ta­ğı ol­duk­la­rı, O'nun ya­nın­da şe­fa­at­çi­lik ede­cek­le­ri id­dia edi­len düz­me­ce ilâh­lar or­ta­dan kay­bol­duk­la­rı za­man, in­sa­noğ­lu, Al­lah'tan baş­ka ih­ti­ya­cı­nı gi­de­re­cek, is­tek­le­ri­ni kar­şı­la­ya­cak bir mer­ci ol­ma­dı­ğı­nı an­lar, ye­ni­den fıtrî tev­hi­de dö­ner ve bü­tün se­bep­le­ri unu­tur. Yü­zü­nü yü­ce Rab­bi­ne ta­raf çe­vi­rir. O da ken­di­si­ni ab­lu­ka al­tı­na alan şid­de­ti, zor­lu­ğu ber­ta­raf eder, ih­ti­ya­cı­nı kar­şı­lar, hu­zu­ra ka­vuş­tu­rur. Son­ra in­san hu­zu­ra ka­vu­şun­ca ye­ni­den ön­ce­ki şirk ni­te­lik­li ha­yat tar­zı­na dö­ner, Rab­bi­ni unu­tur.
Şu ayet-i ke­ri­me de açık­la­ma­mı­zı pe­kiş­ti­rir ni­te­lik­te­dir: "Rab­bi­niz de­di ki: Ba­na dua edin, si­ze ica­bet ede­yim. Doğ­ru­su Ba­na iba­det et­mek­ten bü­yük­le­nen­ler; ce­hen­ne­me bo­yun bük­müş kim­se­ler ola­rak gi­re­cek­ler­dir." (Mü'min, 60) Ayet-i ke­ri­me, in­san­la­rı dua et­me­ye ça­ğı­rı­yor, du­a­nın ka­bu­lü­nü de ga­ran­ti­li­yor. Bu­na ek ola­rak da "dua"yı "iba­det" ola­rak ni­te­li­yor: "Ba­na iba­det et­mek­ten..." ya­ni, "Ba­na dua et­mek­ten..." bu­yu­ru­yor. Hat­ta, iba­det kav­ra­mı­nın mut­lak ola­rak "dua" an­la­mı­nı ifa­de et­ti­ği­ni ima edi­yor. Çün­kü, dua'dan ka­çı­nıl­ma­sı du­ru­mun­da, bu­nun so­nu­cu­nun ateş ola­ca­ğı şek­lin­de bir teh­dit ifa­de­si yer alı­yor ki, "ateş", "iba­det"i ter­k et­me­nin baş­lı­ca ce­za­sı­dır, iba­de­tin ba­zı kı­sım­la­rı­nın de­ğil. Şu hâlde iba­de­tin as­lı du­a­dır. Bu nük­te­yi iyi­ce dü­şü­nün.
Bu açık­la­ma­la­rın ışı­ğın­da, ko­nu­ya iliş­kin baş­ka ayet­le­rin de an­la­mı be­lir­gin­le­şi­yor: "Öy­ley­se, di­ni yal­nız­ca O'na öz­gü kı­lan­lar ola­rak Al­lah'a dua edin." (Mü'min, 14) "O'na kor­ka­rak ve umut ta­şı­ya­rak dua edin. Doğ­ru­su Al­lah'ın rah­me­ti iyi­lik ya­pan­la­ra pek ya­kın­dır." (A'râf, 56) "Uma­rak ve kor­ka­rak bi­ze dua eder­ler­di. Bi­ze de­rin say­gı gös­te­rir­ler­di." (Enbiyâ, 90) "Rab­bi­ni­ze yal­va­ra yal­va­ra ve için için dua edin. Şüp­he­siz o had­di aşan­la­rı sev­mez." (Enbiyâ, 55) "Ha­ni o, rab­bi­ne giz­li­ce ses­len­di­ği za­man; de­miş­ti ki: Rab­bim, şüp­he­siz be­nim ke­mik­le­rim gev­şe­di ve baş yaş­lı­lık ale­viy­le tu­tuş­tu; ben Sa­na dua et­mek­le mut­suz ol­ma­dım…" (Mer­yem, 3-4) "O, iman edip sa­lih amel­ler­de bu­lu­nan­la­ra ica­bet eder ve on­la­ra ken­di faz­lın­dan ar­tı­rır." (Şûrâ, 26) gi­bi, birçok aye­ti bu­na ör­nek göste­re­bi­li­riz, ki bu ayet­ler, dua iba­de­ti­nin pren­sip­le­ri­ni, dua ede­cek ki­şi­nin na­sıl bir ta­vır ta­kı­na­ca­ğı­nı di­le ge­tir­mek­te­dir­ler. Bu pren­sip ve ta­vır­la­rın te­me­li, ih­las­tır. İh­las dua eder­ken sa­de­ce Al­lah'ın hoş­nut­lu­ğu­nu gö­zet­mek­tir. Bu­na kalp li­san ör­tüş­me­si de­nir. Al­lah'tan baş­ka her tür­lü se­bep­le bağ­lan­tı­yı kes­mek ve sa­de­ce O'na bağ­lan­mak­tır. Bu­nun kap­sa­mı­na da kor­ku, umut, is­tek, ür­per­ti duy­ma, say­gı, yal­va­rış, ıs­rar, zi­kir, sa­lih amel, iman ve Al­lah'ın hu­zu­run­da bu­lun­ma edebî gi­bi ri­va­yet­le­rin ifa­de et­ti­ği un­sur­lar gi­rer.
Öy­ley­se on­lar da be­nim çağ­rı­ma ce­vap ver­sin­ler ve ba­na iman et­sin­ler.
Bu i­fa­de, ön­ce­ki cüm­le­nin il­ti­za­mî ola­rak ifa­de et­ti­ği an­la­mın bir ay­rın­tı­sı ko­nu­mun­da­dır. Bu­na gö­re: Yü­ce Al­lah kul­la­rı­na ya­kın­dır. O'nun­la kul­la­rı­nın du­a­sı ara­sı­na hiç bir en­gel gi­re­mez. O, kul­la­rı­na özen gös­te­rir, is­tek­le­ri­ne önem ve­rir. Ve O şim­di kul­la­rı­nı ken­di­si­ne dua et­me­ye da­vet edi­yor. Du­rum böy­le olun­ca, kul­la­rın O'nun bu da­ve­ti­ne ica­bet et­me­le­ri, O'na yö­nel­me­le­ri, bu ni­te­li­ğiy­le O'na iman et­me­le­ri, O'nun ken­di­le­ri­ne ya­kın ol­du­ğu­nu, du­a­la­rı­nı ka­bul et­ti­ği­ni ke­sin ola­rak bil­me­le­ri ge­re­kir. Umu­lur ki, böy­le­ce, iç­ten­lik­le O'na yö­ne­lip dua eder­ler.
bayekurt
 
Mesajlar: 588
Kayıt: 27 Ağu 2014 12:30

Re: tasavvuf: ne yolu

Mesajgönderen Mecruh » 15 Nis 2015 18:52

facebook
twitter
gplus

sfu yazdı:
Mecruh yazdı:Bakara, 112 "Hayır, öyle değil! Kim "ihsan" derecesine yükselerek özünü Allah'a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındadır. Artık onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir."

Delil isteyen arkadaş buyur. İnsan-ı Kamil veya halk arasında Anadolu'da Ermiş/Eren olarak adlandırılan insanlatla alakalı bir ayet.

Ben Bakara 79'dan bahsederken apaçık olan "eliyle kitap yazıp bu allahtandır" diyenlere lanet edilirken işine gelmediği için ayetin önüne arkasına bakıp o yahudiler için inmiştir diyorsun ama kendi verdiğin ayette yahudilerin ve hristiyanların "bizden başkası cennete giremeyecek" iddiasına karşı inen bu ayeti, "kim allaha kulluk edip ona teslim olursa kurtuluşa erer" mesajını tasavvufa çağrı olarak yorumluyorsun. Hem de içine "ihsan" derecesi ekleyerek güya allahın insandan ermesini beklediğini ima ederek.


Yani? Sence anlamda ne fark oldu? İhsan sahibi olmak için ruhu terbiye etmek gerekmiyor?
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.
Kullanıcı avatarı
Mecruh
 
Mesajlar: 1344
Kayıt: 14 Tem 2013 01:01

Re: tasavvuf: ne yolu

Mesajgönderen Tyrael » 15 Nis 2015 19:20

facebook
twitter
gplus

Ben pes ediyorum. Bu konuda karşılıklı mesajları okuyanlar hala tasavvufa yönelmek istiyorlarsa paşa canları bilir hadi eyvallah.
http://kucukcatlaklar.tumblr.com/ http://www.youtube.com/watch?v=orivEatc2fw
Beni ak yüzle diriltirsin a Tanrım, bilirim;
Defterim dolsa da suçlarla, siyahtan korkmam.
Kullanıcı avatarı
Tyrael
 
Mesajlar: 558
Kayıt: 15 Tem 2013 03:16

Re: tasavvuf: ne yolu

Mesajgönderen Mecruh » 15 Nis 2015 19:27

facebook
twitter
gplus

Tyrael yazdı:Ben pes ediyorum. Bu konuda karşılıklı mesajları okuyanlar hala tasavvufa yönelmek istiyorlarsa paşa canları bilir hadi eyvallah.


Gösteriş için namaz kılan, Umre'ye turistik seyahat gibi gidip fotoğraf çektiren, para için Kabe'ye saygısızlık yaparcasına kuleler diktiren müslümanlardan olmak istemiyorsanız tasavvufa yönelin.
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.
Kullanıcı avatarı
Mecruh
 
Mesajlar: 1344
Kayıt: 14 Tem 2013 01:01

Re: tasavvuf: ne yolu

Mesajgönderen yazyagmuru » 15 Nis 2015 19:38

facebook
twitter
gplus

ben de ma etmiş birisiyim ama bundan kendime bir pay çıkarmıyorum. "Rabbim lütfetti ve bana iman nasip eyledi, muhakkak ki bundan imtihan olunacağım" diye düşünüyor ve her daim Sübhan Allah'a bu ihsanı için hamd ediyorum.
uçup kaçtığım yok, haşa keşif ya da ilham yok (olamaz da), hele tasavvuf zinhar yok. tasavvufu falan boşverin siz, Allah rızasını kazanmanın kesin tek bir yolu var. Rahman'ın yolunda hakkıyla cihad etmek.
وَتَرَى الْمَلَائِكَةَ حَافِّينَ مِنْ حَوْلِ الْعَرْشِ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَقُضِيَ بَيْنَهُم بِالْحَقِّ وَقِيلَ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Kullanıcı avatarı
yazyagmuru
 
Mesajlar: 1295
Kayıt: 13 Tem 2013 11:11
Konum: ankara

Re: tasavvuf: ne yolu

Mesajgönderen Mecruh » 15 Nis 2015 19:48

facebook
twitter
gplus

Herif şeytanın velilerini (rothschild, rockefeller gibilerini) eleştirip yerden yere vurup dururken, birden Allah'ın velilerine dil uzatmaya başladı. Kimsenin de "ne oluyor yahu, bu dönüşün sebebi ne?" dediği yok?

Son zamanlarda görülen en keskin dönüş belki bu. Herkes normal karşılamış, ilginç.
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.
Kullanıcı avatarı
Mecruh
 
Mesajlar: 1344
Kayıt: 14 Tem 2013 01:01

Re: tasavvuf: ne yolu

Mesajgönderen Mecruh » 15 Nis 2015 19:53

facebook
twitter
gplus

yazyagmuru yazdı:"Rabbim lütfetti ve bana iman nasip eyledi, muhakkak ki bundan imtihan olunacağım" diye düşünüyor ve her daim Sübhan Allah'a bu ihsanı için hamd ediyorum.


Arkadaş sen şu şekilde düşünen biriyse zaten Allah'ın ihsan verdiği kullardan olmuşsun demektir. Helal olsun, Allah muvaffak eylesin. Tasavvuf zaten etiket işi değil, kalbin doğru olsun yeter.
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.
Kullanıcı avatarı
Mecruh
 
Mesajlar: 1344
Kayıt: 14 Tem 2013 01:01

ÖncekiSonraki

Dön Din & Felsefe
cron